Skip to main content
Sinan Ülgen ile Türkiye-ABD İlişkileri Üzerine

Suriye Dosyası | Sinan Ülgen ile Türkiye-ABD İlişkileri Üzerine

Yasin Küçükkaya – Nisan 2020

Türkiye, Suriye ile sınır komşusu olması, bölgeyle ilişkisi ve iddiası açısından Suriye’deki gelişmelerden doğrudan etkilenmektedir ve yönetmesi gereken birtakım zorluklarla karşı karşıyadır. Bu zorlukların başında Türk-Amerikan ilişkilerinin Suriye’de çeşitli meydan okumalara muhatap olması gelmektedir. Türkiye açısından bu ilişkideki başlıca sorun, ABD’nin Suriye’ye ilk askeri müdahalesini gerçekleştirdiği 22 Eylül 2014’ten sonra YPG’ye dönük desteğini bugüne değin sürdürmesidir. Gelinen noktada ABD; IŞİD hücrelerinin uyanmamasına, IŞİD mensubu mahkûmların kontrol edilmesine, İran destekli paramiliter güçlerin nüfuzunun önlenmesine, Esad rejiminin Fırat’ın doğusundaki petrol varlıklarına ulaşmasının engellenmesine ve sahip olduğu nüfuzu koruyarak Rusya’nın Suriye’de nihai zaferini ilan etmemesine odaklanmaktadır. ABD Başkanı Donald Trump’ın ABD askerlerini Suriye’den çekmek yönünde yaptığı ani çıkışlar ve bilhassa Türkiye’nin Ekim 2019’da başlattığı Barış Pınarı Harekâtı, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Amerikan etki gücünü ciddi manada zayıflatmıştır. Yine de ABD, Suriye’nin geleceği açısından belirleyici bir aktör olmayı sürdürmektedir. Küresel, bölgesel ve Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara uygulanabilir çözümler üretmek amacıyla 2009 yılında kurulan Küresel Siyasal Eğilimler Birimi (GPoT), Suriye’deki iç savaş 10. yılına girerken alanında uzman isimlerle görüşmeler gerçekleştirerek bir dosya çalışmasını hayata geçirmeye karar vermiştir. “Türkiye’nin Suriye’de Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar” adlı bu dosya çalışması 4 başlıkta toplanmıştır. Bunlar; Türkiye-Rusya İlişkileri, Türkiye-ABD İlişkileri, Göç Baskısı ve Sahadaki Durum ve Aktörlerdir. Dosya çalışmasının ‘Türkiye-ABD İlişkileri’ etabında, 27 Mart 2020 tarihinde GPoT Proje Asistanı Yasin Küçükkaya (Y. K.) EDAM Yönetim Kurulu Başkanı ve Carnegie Europe Misafir Araştırmacısı Sinan Ülgen (S. Ü.) ile bir röportaj gerçekleştirmiştir. Röportajda öne çıkan soru ve cevaplar aşağıda verilmiştir.

 

Y. K. : Öncelikle görüşme talebimize olumlu dönüş yaptığınız için teşekkür ederiz. Türkiye-ABD ilişkilerini diğer boyutlarıyla ele almadan önce bize bu ilişkinin önemini hatırlatan sıcak bir meseleyle başlamak istiyorum. İdlib’de Türkiye ve Rusya’nın doğrudan karşı karşıya gelmesi ve Rusların Türk askerlerini birden fazla kez hedef almasının Türkiye-ABD ilişkilerinin normalleşmesi açısından eşsiz bir fırsat sunduğu gündeme getirildi. Tüm bunlar ışığında İdlib’in, Türkiye-Rusya ilişkilerinin sınırlarının daha fazla test edileceği ve buna karşılık Türk-Amerikan ilişkilerinin de giderek normalleşeceği bir zemin olma potansiyeli taşıdığını söyleyebilir miyiz?

 

S. Ü. : Türkiye bu gelişmenin ardından 4. madde temelinde NATO’yu istişareye çağırdı ve NATO ülkelerinden siyasi ve askeri destek arayışına girdi. Bu durum, Türkiye’nin böyle bir kriz ortamında asli ittifakı olan NATO’dan destek almaya çalıştığını en somut haliyle bize gösterdi. Peki bunun orta ve uzun vadede Türk-Amerikan ilişkilerine yansıması nasıl olacak? Türk askerlerinin Rusya tarafından hedef alınması ilk başta Türkiye’nin Rusya’ya bakış açısını daha realist bir noktaya çekti. Anlaşılan o ki Ankara’da Rusya’yla ilişkiler konusunda iki farklı yaklaşım söz konusu. Biri bu konuda daha geleneksel Türk dış politikasını yansıtan ve Rusya’yla ilişkilere daha mütereddit yaklaşan bir düşünce okulunu oluşturuyor.

 

Diğeri ise Türkiye’nin daha farklı bir dış politika izlemesini savunan; yani Batı’yla ve diğer ülkeler arasında eşit mesafede durmasını, daha bağımsız bir dış politika yürütmesini, kendisine ait stratejik bir otonomiye sahip olmasını savunan ve bunu hayata geçirebilmek için de Rusya’yla ilişkileri önceleyen bir düşünce okuludur. Bu ikinci düşünce okulunun aslında pratikte ne tür zorluklarla karşılaşacağı bu örnekte net bir biçimde görülmüş oldu. Bunu savunanlar açıkçası zemin kaybetti ve şu anda bunu çok net göremesek de bu hadisenin etkileri hafızalarda muhakkak yerini alacaktır. 34 Türk askerinin şehit edilmesi, öyle kolay kolay unutulacak bir hadise değildir.

 

Onun için ben bunun uzun vadede etkilerinin olacağını düşünüyorum. Şimdi Türk-Amerikan ilişkilerine geçmek gerekirse, bu hadisenin hem NATO bağlamında hem Rusya’yla ilişkilerin daha gerçekçi bir platforma oturması ve Türk-Amerikan ilişkilerinin normalleşmesi bakımından bir ivme kazandırdığı söylenebilir. Ancak iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi için bu tek başına yeterli değil çünkü ortada çözüme kavuşturmayı bekleyen ve her an kriz çıkarabilecek birçok başka unsur var. S-400’ler başta olmak üzere birçok mesele hala masada duruyor. Dolayısıyla İdlib’deki durumu bu bağlam içinde değerlendirmek ve ölçüyü kaçırmamak lazım.

 

Y. K. : O halde İdlib’de ABD’nin ve bilhassa NATO’nun Türkiye için yapabileceklerinin oldukça sınırlı olduğunu düşünüyorsunuz. 

 

S. Ü. : Zaten NATO’nun kendi görev tanımı, İdlib’i ‘out-of-area’ olarak tanımlıyor. 5. maddenin işletildiği bir alan değil. Dolayısıyla olsa olsa 4. madde temelinde istişareler olur ki Türkiye de bunu yaptı zaten. Bunun ötesinde birtakım siyasi destek ve kısmen askeri destek olabilir ama söz konusu askeri desteği muharip güç şeklinde düşünmeyelim. NATO tarafından vaat edilen askeri destek, örneğin Türkiye’nin hava sınırını korumasına yönelik belki ilave destekler olabilir veya gerçek zamanlı saha istihbaratı gibi unsurlar gündeme gelebilir. Bir de tabi olursa eğer, bir hava savunma sisteminden söz edilebilir. Zaten NATO’dan daha büyük bir destek beklemek de gerçekçi değil. Biliyorsunuz Türkiye Amerika’dan Patriot talebinde bulundu bir de.

 

Y. K. : S-400 meselesi de oldukça karmaşık. Özellikte İdlib’deki gelişmeyle boşuna alındığı şeklinde bir izlenim oluştu. Bu noktada Patriotlar ve F-35'ler sık sık gündeme geldi. Gerçekten de F-35’ler ve Patriotlar benzer bir saldırıyı engelleyebilecek miydi? Bunun Türkiye’ye ne gibi katkıları olabilir?

 

S. Ü. : Bu sorunun bir askeri bir de siyasi yanıtı var. Askeri yanıtı belki şöyle vermek gerekir; Türkiye’nin elinde S-400 değil de F-35 olsaydı Türkiye daha farklı bir konumda olur muydu? Bunun cevabı kesinlikle evet. Çünkü İdlib’teki askeri operasyonun en büyük kırılganlığı, Türkiye’nin oradaki TSK birliklerine yönelik bir hava üstünlüğüne sahip olmamasıdır. Türkiye, bir hava üstünlüğüne sahip olmadığı gibi askerlerini de olası hava saldırılarına karşı koruyacak bir imkâna da sahip değildir. Yapılan saldırının 4 saat boyunca süren bir saldırı olduğu unutulmamalı ve buna karşı Türkiye hiçbir şey yapamadı. Bu, oradaki Türk askerlerinin ne kadar büyük bir zafiyet içerisinde olduklarının bir göstergesidir. Başka bir senaryo düşünelim, Türkiye’nin elinde F-35 ve Patriot olsaydı ne olacaktı? Bu durumda Türkiye sınırına Patriotları yerleştirmek suretiyle o bölge üzerinde bir uçuşa yasak bölge kurabilecekti.

 

Y. K. : Bunu Rusya’ya rağmen nasıl yapabilecekti peki? Söz konusu silahların sağladığı askeri avantajlar yardımıyla mı?

 

S. Ü. : Tabii, Patriotlar o bölgeye giren her uçağı tehdit edecekti ve o bölgeye uçak giremeyecekti. Dolayısıyla oradaki TSK unsurlarının üzerinde bir hava koruma kalkanı olacaktı. S-400'ü bunun için kullanamadık ama Patriotu kullanabilirdik. F-35 olsaydı ne olurdu? Biliyorsunuz Türkiye’nin bu saldırıya cevabı SİHA ile karşılık vermek oldu ama bunun Rusya’nın icazetiyle olduğunun altını çizmek gerekir. Yani Rusya, Türk SİHA’larının hava sahasını kullanması için göz yumdu. Zaten bir noktadan sonra da Rusya hava sahasını kapattı ve operasyon frekansı çok düştü. Ama diğer bir senaryoda, yani doğrudan Rusya’yla karşı karşıya kaldığımız bir senaryoda, F-35 için ortam da avantajlı olacaktı ve Rusya ne yaparsa yapsın F-35'e hava sahasını kapatamayacaktı. F-35'in böyle bir özelliği var, görünmezlik özelliği. Mesela İsrailliler gidip Tahran’ın üzerinden geçirdi F-35’lerini. Benzer şekilde Türkiye de Suriye’de istediği hedefi vurabilecek kapasiteye gelebilecekti.

 

Y. K. : Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde başlıca anlaşmazlık konusu ABD’nin YPG’ye olan desteği oldu. ABD müesses nizamının yanında ABD kamuoyunda da YPG’ye dönük desteğin sürmesi yönünde bir düşünce hâkim. Bu Türkiye için ne ifade ediyor, Türkiye bunu gerçekten tersine döndürebilir mi? Türkiye ABD’nin YPG’ye olan desteğini çekmesi için neler yapabilir?

 

S. Ü. : Aslında buna “ABD-YPG ilişkisi nasıl başladı? sorusu ile başlamak lazım. Biliyorsunuz ABD-YPG ilişkisi Kobane’nin IŞİD tarafından saldırıya uğramasıyla başladı. O dönemde Türkiye’nin dış politikası, sınırındaki bu hadiseye karışmamak yönündeydi. Yani Türkiye, IŞİD ile YPG’nin birbirine muhalif unsurlar olarak savaşması ve zarar görmesini arzu ediyordu. Bir de tabii Türkiye 2015 Mart’ına kadar yanılmıyorsam, açıkça rejim değişikliği hedefini sahiplenmişti. Rejim değişikliği bağlamında da muhalif silahlı örgütlere Suriye içerisinde -ki bunların bazıları cihatçı örgütlere yakın örgütler- destek vermeye devam ediyordu. Dolayısıyla Türkiye, o dönem IŞİD’e karşı çok etkili bir mücadeleye girmek istemedi. İki sebebi vardı bunun: IŞİD’in, 1) Esad karşıtı bir güç olması ve 2) Türkiye’ye yönelik terör saldırıları yapabileceği endişesi.

 

Türkiye ile Amerika arasındaki asıl açmaz bu noktada ortaya çıktı. Çünkü Amerika tarafında da öncelik IŞİD ile mücadele etmekti. Amerika önce Türkiye’yle müzakere masasına oturdu. Ama bu müzakerede bir anlaşma sağlanamadı çünkü ABD’nin talebi Türkiye’nin IŞİD’e karşı daha aktif bir mücadele içerisine girmesiydi. Bunun üzerine Türkiye, Amerika’yla birlikte eğittiği Özgür Suriye Ordusu unsurlarını teklif etti ama bu teklif pek ciddi bir teklif olarak görülmedi. Hatta Türkiye, Koalisyonun IŞİD’e karşı İncirlik üssünü kullanmasına 11 ay sonra müsaade etti.

 

Buradan hareketle Amerika, söz konusu durum için Türkiye’yle anlaşama(yacağı)dığı sonucuna vardı. Ayrıca Amerikan siyaseti bakımından dönemin ABD Başkanı Obama, Amerikan askerini riske atmak istemediği için muharip bir güce ihtiyaç duymuştu ve bu noktada dikkatler YPG’ye çevrildi. ABD-YPG ilişkisi bu şekilde başlamıştır. Fakat Amerika her ne kadar o dönemde bu ilişkinin geçici bir ilişki olduğunu söylemiş olsa da ABD askeri idaresi ile YPG unsurları arasında gelişen ilişkinin zaman içerisinde çok daha kuvvetli bir hal aldığını gördük. Bu ilişki Amerikan kamuoyunu da etkilemeye başladı çünkü Amerika ile beraber IŞİD’e karşı savaşan bir YPG imajı ortaya çıktı. Tabii bu durum Türkiye ile ilişkilere de çok büyük zararlar verdi.

 

Amerika içinde de aslında bu karar alınırken itiraz edenler vardı. Türk-Amerikan ilişkilerine bunun zarar vereceğini görenler vardı ama nihayetinde Trump dönemine gelindiğinde YPG’nin silahlandırılması daha yüksek dozda seyretti. Gelinen noktada bu durumun Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi bir sorun olduğunun herkes farkında. IŞİD ile mücadelenin önemli ölçüde, en azından bugünkü şartlarda geride kaldığı telakki edilebilir. Ancak Trump’ın Suriye’den çekilme politikası, uzun vadede ikili ilişkilerin tekrar normalleşmesi bağlamında bir fırsat yaratabilir.

 

Çünkü Amerika-YPG ilişkisi, tabii ki IŞİD ile sıcak bir savaşın yürütüldüğü zamanki gibi olmayacaktır. Fakat Amerika’nın da şöyle bir açmazı var: Bu ilişkiyi 5 yıl boyunca yürüttü; silah verdi ve kamuoyunu etkiledi ve şimdi tamamen onları da bir anlamda desteksiz bırakıp çekilmek istemiyor çünkü bu Amerika’nın siyaseten içeride eleştirileceği bir senaryo doğuracak. Ama ben bu ilişkinin önümüzdeki vadede Türkiye lehine gelişeceğini düşünüyorum çünkü IŞİD’e karşı verilen sıcak savaş bitti. Ayrıca, Amerika’nın Suriye ile stratejik bir ilgisi yok. O nedenle yavaş da olsa buradaki şartlar Türkiye lehine evrilecektir.

 

Y. K. : Bilhassa Barış Pınarı Harekâtı’ndan sonra ABD’nin Suriye'deki varlığı daha çok petrolün korunması ve bölgede İran’ın nüfuzunun azaltılması gibi parametrelerle açıklanıyordu. ABD’nin gerçekten böyle bir hedefi var mı? Özetle, ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda varlık göstermesinin ABD dış politikası açısından stratejik olarak neye karşılık geldiği ne kadar net?

 

S. Ü. :  Aslında bunun bir cevabı yok çünkü gerçekten de Amerika’nın Suriye’nin kuzeydoğusunda bir stratejik menfaatinin olduğunu söylemek zor. Zaten Trump da bunu söylüyor. Yoksa petrolü koruma gibi şeyler pek de zemini olmayan gerekçeler. Uluslararası hukuk açısından da son derece sorunlu zaten. Ama nihayetinde Amerika da son birkaç yıldır yatırım yaptığı bir bölgeden bir anda bütün kartlarını bırakıp çekilmek istemiyor. Bir şekilde müzakere pozisyonunu güçlendirmek ve Suriye’de bir siyasi çözüm olana kadar konumunu devam ettirmek istiyor. Duruma biraz böyle bakmak lazım, yoksa ABD’nin çok uzun vadede stratejik bir hedefinin olduğunu söylemek zor gerçekten de. İran meselesine gelince, bu durum biraz farklı tabii. Çünkü ABD’de İran’a karşı yürütülen kapsamlı bir politika var. O politika dahilinde Suriye’de bir Amerikan etkisinin veya en azından İran’a karşı Amerika’ya yardımcı olabilecek gruplara destek politikasının bir mesneti var. Fakat bu politika da değişebilir her an. Mesela İsrail’de seçimler oldu, farklı bir iktidar var artık. Yani Netanyahu iktidarın bir parçası aslında ama Başbakan Gantz. Diğer yandan Amerika’da da Kasım ayında seçimler olacak ve bakalım Trump seçilebilecek mi? Bütün bunlar Amerika’nın Ortadoğu’ya bakış açısını, İran’a bakış açısını ve bununla bağlantılı olarak Suriye’ye bakış açısını etkileyecektir.

 

Y. K. : Barış Pınarı Harekâtı’nın ardından Suriye’nin kuzeydoğusunda ABD’nin etkinliğinin azaldığını buna karşın rejimin ve Rusya’nın bu alanda ilk defa bu kadar boy gösterdiğine tanıklık ettik. Barış Pınarı bölgesinde yaşanabilecek herhangi bir açmazda Rusya ve rejim, ABD kadar esnek olabilecek mi? Çünkü Türkiye günün birinde zorlayıcı askeri diplomasi yoluyla Barış Pınarı Harekât bölgesini genişletmeyi de gündeme getirebilir. Acaba ABD’nin etkinliğinin zayıflaması Türkiye’nin arzu ettiği bir şey miydi gerçekten de?

 

S. Ü. : Zaten İdlib’teki son hadise bize şunu gösterdi: Türkiye’nin burada menfaatine en fazla etki edecek denge, Amerika ile Rusya’nın nüfuzunun devam ettiği bir dengedir. Çünkü böyle bir durumda Türkiye istediği zaman Amerika’yla, istediği zaman da Rusya’yla daha akıllı bir diplomatik oyunu oynayabilirdi. Amerika’nın çekilmesiyle beraber Türkiye orada Rusya, İran ve rejimle beraber yani aslında Suriye’ye yönelik hedefleriyle Türkiye’nin tam tersi istikametinde olan üç unsurla baş başa kaldı. Böyle baktığımızda Amerika’nın bu şekilde çekilmesinin Türkiye’nin Suriye’deki denge politikasına hizmet ettiğini söylemek pek mümkün değil. Zira bunun en acı tezahürünü İdlib’teki Rus saldırısıyla gördük. Orada Türkiye’nin daha güçlü bir Amerika opsiyonu olsaydı muhtemelen iş buraya kadar gelmezdi.

 

Y. K. : Başka bir meseleye değinmek istiyorum. Türk-Amerikan ilişkilerinin bir süredir kurumsal niteliğini kaybettiği ya da bundan her geçen gün uzaklaştığı yönünde eleştiriler yapılıyor. Bu eleştiri, iki ülke ilişkilerinin Trump-Erdoğan ilişkisi çerçevesinde sürdürüldüğü hipotezine dayandırılıyor. Bugün Türk-Amerikan ilişkileri gerçekten de Trump-Erdoğan ilişkisi üzerinden mi ilerliyor? Yapılan eleştirilere karşılık bu ilişkinin aslında Türk-Amerikan ilişkilerini belli bir noktaya kadar taşıdığı da dile getiriliyor. Bu nedenle Trump’ın yeniden seçilmesine iki ülke ilişkileri açısından sıcak bakanlar da var. Covid-19 salgınına kadar Trump’ın kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılırken, bugün Trump’ın karşı karşıya olduğu çok devasa bir mesele var ve kaybetme riski de oldukça fazla görünüyor. Bu durum iki ülke ilişkilerinin kırılganlığı açısından bize neler söylüyor ve bunun Suriye’ye yansımaları nasıl olur?

 

S. Ü. : Son yıllarda yaşadığımız tecrübeye dönüp baktığımızda bu çok açık biçimde görülüyor, dolayısıyla bu düşünceye ben de katılıyorum kesinlikle. Çünkü Türkiye tarafında da Amerika tarafında da geleneksel olarak iki ülke ilişkilerinin destekleyicisi olan kurumlar şu anda aynı rolü üstlenemiyorlar. Bu kurumlara baktığımızda farklı bir yörüngeye girdiklerini ya da yönetim üzerindeki güçlerinin azaldığını görüyoruz. Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’un geçmişten farklı bir tutuma sahip oldukları söylenebilir. ABD Kongresinde de ciddi bir Türkiye aleyhtarlığı söz konusu. Diğer yandan uluslararası basın ve Amerikan basınında da durum böyle. Hal böyle olunca maalesef ilişkiler liderler ilişkisine, Erdoğan-Trump diplomasisine sığındı. Bu da tabii uzun vadede Türk-Amerikan ilişkileri açısından iyiye işaret değil  çünkü Trump’ın iki yaz önce yaptıkları hafızalardaki yerini koruyor.

 

Trump ne kadar güvenilmez bir lider olduğunu aslında her gün sergiliyor. Bu Türkiye aşkının nereden geldiği de muamma. Onun için bunu çok kalıcı bir çözüm olarak görmemek lazım. Bütün bu bahsettiğimiz dinamikler doğrultusunda, Kasım’da Amerika’da siyasi iktidar el değiştirirse ve demokratlar -ki bu durumda Biden- seçilirse bunun mutlaka iki ülke ilişkileri açısından bir yansıması olacaktır.

 

Biden’ın seçilmesi, Türkiye’ye ve AKP iktidarına daha eleştirel yaklaşan bir Amerikan Başkanının siyasi bir sorumluluk alması anlamına gelecektir. Dolayısıyla burada kısa vadede Türk-Amerikan ilişkilerinin daha sarsıntılı bir döneme girmesini de bekleyebiliriz. Bunlar işin olumsuz tarafları. Olumlu gördüğüm tarafları da Biden’dan beklentimle ilgili. Çünkü Biden Amerika’sı daha kurumsal ilerleyen bir karar mekanizmasını hayata geçirecektir. Burada muhakemede bulunmuyorum ama bugün Türkiye ile Amerika arasındaki diyalog kanalları bile son derece azaldı, Erdoğan-Trump ilişkisi dışında. Bunun da nedeni Trump’ın Amerikan karar alma sistemine ve kurumsal mekanizmasına verdiği zararla ilgili. Orada ciddi anlamda kurumsallığı zayıflattı Trump. Şimdi bir demokrat başkan bunu tekrar güçlendirebilir. Bu da orta ve uzun vadede Türk-Amerikan ilişkileri açısından olumlu olur çünkü eskiden gördüğümüz, tanıdığımız, tecrübe ettiğimiz istişare ve diyalog kanalları tekrar çalışır hale gelecektir. İlişki başkandan başkana olmaktan çıkacaktır. Sonuçlarını beğensek de beğenmesek de bu diyalog ortamlarının kurumsallaşması her zaman için iyidir.

 

Y. K. : Özgür Ünlühisarcıklı, geçtiğimiz ay kaleme aldığı bir yazıda Türk-Amerikan ilişkilerinde bir çerçeve sorunu olduğunu ve bunun uzunca bir süredir karşılıklı şüphelere dayandığını belirtiyordu. Buna göre; Türkiye’nin Mısır’da İhvan, Filistin’de Hamas, Suriye’de ÖSO ve Libya’da Trablus Hükümeti ile yakın bir görüntü vermesi ABD tarafında onun, dış politikada İslamcı bir programı takip ettiği şeklinde algılanıyor. Bunun yanında ABD tarafında Türkiye’nin istediğinde ABD’nin yanında olmayabileceği görüşü de hâkim. Bunu IŞİD ile mücadelede ABD’nin Türkiye'yi yanında görmek isterken Türkiye’nin biraz ayak diremesi örneğinde gördük. Buna karşılık Türkiye tarafında da ABD’nin, Türkiye’nin zor durumda kalması halinde yanında yer almayabileceği görüşü hâkim. Bunu da Fırat Kalkanı Harekâtı devam ederken ABD’nin operasyona destek vermemesi örneğinde gördük. Bu karşılıklı şüphe ve bu karşılıklı güven sorunu tarihsel bir zemine dayanıyor anladığım kadarıyla ve bu yeni bir durum değil. Sizin yorumunuz nedir?

 

S. Ü. : Bu sorunun cevabı çok basit değil çünkü bunun bir yapısal bir de konjonktürel boyutu var. Yapısal boyutu, soğuk savaş sonrası dönemde Türk-Amerikan ittifakını destekleyen temel tehdidin ortadan kalkmasıdır. Bunun sonucu olarak da iki ülkenin tehdit algınlarının farklılaşmasıdır. Konjonktürel tarafı da sizin söylediğiniz gibi Türkiye’nin bazı dış politika hamlelerinin doğurduğu tepkilerdir. Buna S-400 meselesi, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler ile ilişkisi ve bunun da ötesinde yeni bir dış politika tarzını benimsemesi (kullanılan dil, iç ve dış politikanın bu kadar iç içe geçmesi) örnek gösterilebilir. Bütün bunlar ikili ilişkilere çok büyük zararlar verdi. Ama dediğim gibi bunun bir yapısal bir de konjonktürel tarafı var ve uzun vadede hem tamir edilebilecek hem de edilemeyecek tarafları var. Fakat bu böyle devam etmeyecektir, bir iyileşme olacaktır. Ancak belki de hiçbir zaman 80’lerde ya da Soğuk Savaş döneminde alışageldiğimiz Türk-Amerikan ilişkileri yapısına da dönmeyeceğiz.