Skip to main content
Suriye Dosyası | Oytun Orhan ile Sahadaki Durum ve Aktörler Üzerine

Suriye Dosyası | Oytun Orhan ile Sahadaki Durum ve Aktörler Üzerine

Yasin Küçükkaya – Nisan 2020

15 Mart 2011 tarihinde Suriye’deki Beşar Esad yönetimine karşı barışçıl gösterilerle başlayan isyan dalgası, ülkenin tamamına yayılarak ciddi bir yıkımı da beraberinde getirdi. Zaman içerisinde durum, yüz binlerce kişinin yaşamını yitirdiği, milyonlarcasının da yerlerinden edildiği topyekûn bir iç savaşa dönüştü. Gelinen noktada Suriye iç savaşı; devlet dışı silahlı aktörlerin yükselişi, mülteci krizi, bölgesel çatışmalar ve uluslararası askeri müdahaleler gibi durumlara tanıklık ettiğimiz küresel bir sorun halini almıştır. Rusya ve İran tarafından desteklenen Suriye rejimi birçok noktada gücünü konsolide etmiş olsa da karşı karşıya olduğumuz durum ‘parçalı bir Suriye haritası’dır. Afrin, Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı Bölgesi’nde yönetsel uygulamaları devreye sokan Türkiye, bu bölgelerin hakimiyetini de elinde bulundurmaktadır. Türkiye’nin diğer alanlardan farklı olarak yalnızca askeri düzeyde varlık gösterdiği İdlib sahası ise radikal grupların kümelendiği, 4 milyona yakın insanın yaşadığı ve Türkiye’nin Rusya’yla karşı karşıya gelmesi potansiyelini haiz bir ‘yüksek risk alanı’ olmayı sürdürmektedir. Fırat Nehri’nin doğusu ve batısında farklı düzeylerde varlık gösteren Türkiye, zaman zaman burada bulunan aktörlerin de meydan okumalarıyla karşılaşmaktadır. Dolayısıyla Türkiye hem Suriye ile sınır komşusu olması hem de bölgeyle ilişkisi ve iddiası açısından karşı karşıya olduğu bu zorlukları kendi çıkarları açısından yönetmek durumundadır. Bu nedenle; sahada ne olup bittiği, hangi aktörlerin yer aldığı ve bu aktörlerin motivasyonlarının ne olduğu önem taşımaktadır. Küresel, bölgesel ve Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara uygulanabilir çözümler üretmek amacıyla 2009 yılında kurulan Küresel Siyasal Eğilimler Birimi (GPoT), Suriye’deki iç savaş 10. yılına girerken alanında uzman isimlerle görüşmeler gerçekleştirerek bir dosya çalışmasını hayata geçirmeye karar vermiştir. “Türkiye’nin Suriye’de Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar” adlı bu dosya çalışması 4 başlıkta toplanmıştır. Bunlar; Türkiye-Rusya İlişkileri, Türkiye-ABD İlişkileri, Göç Baskısı ve Sahadaki Durum ve Aktörlerdir. ‘Sahadaki Durum ve Aktörler’ konusu için GPoT Proje Asistanı Yasin Küçükkaya (Y. K.), 26 Mart 2020 tarihinde ORSAM Levant Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan (O. O.) ile bir röportaj gerçekleştirmiştir. Röportajda öne çıkan soru ve cevaplar aşağıda verilmiştir.

 

Y. K. : Öncelikle görüşme talebimize olumlu dönüş yaptığınız için teşekkür ederiz. Sahadaki durumu ve aktörleri konuşmadan önce gündeme ilişkin bir soruyla başlamak istiyorum. Malumunuz, Covid19 salgını tüm dünyayı etkisi altına almış durumda ve bunun Suriye’ye de yansımaları olacak şüphesiz. Bu noktada mülteci kampları, yeterli teknik donanımdan yoksun hastaneler ve yüzlerce mahkûmun bir arada tutulduğu hapishaneler en büyük risk alanlarını oluşturuyor. Bununla ilgili olarak ne tür önlemler alındı? Kamuoyuna yansıyan genel durumu aktarabilir misiniz?

 

O. O. : Suriye, salgından şimdiye dek çok az etkilenen nadir ülkelerden biri. Yakın tarihte Suriye Sağlık Bakanlığı tarafından ülkedeki ilk vaka ilan edildi ancak rakamların düşüklüğü muhtemelen henüz tespit imkânlarının da sınırlı olmasıyla alakalı. Bu sayının kısa süre içinde katlanarak artması beklenebilir. Suriye’de de sokakların boşaldığına dair görüntüler geliyor. Bunun Türkiye’yi ilgilendiren tarafı ise virüsün Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelere, özellikle İdlib’e yayılma riski. Böyle bir durum iki açıdan Türkiye’yi olumsuz etkileyecektir. Birincisi, bölgede Bahar Kalkanı Harekâtı nedeniyle bulunan binlerce Türk askerinin sağlığı risk altına girebilir. İkincisi ise orada 3.5 milyon kadar Suriyeli nüfusun barınıyor olması. Rusya ve Suriye rejiminin hava saldırılarının büyük oranda sivil hedeflere ve özellikle hastanelere yöneltilmiş olması sebebiyle bölgedeki sağlık altyapısı son derece kötü durumda. İdlib’de olası bir salgınla baş edebilecek bir sağlık sistemi bulunmuyor. Dolayısıyla bu durum doğrudan Türkiye’ye dönük bir göç dalgasını tetikleyebilir. Böyle bir göç dalgası da artık sadece mülteci akını değil, virüs taşıyan ve Türkiye’ye yayılması ihtimalini güçlendiren bir insan hareketini beraberinde getirecektir. Ancak henüz Türkiye’nin kontrol ettiği veya nüfuz ettiği bölgelerde koronavirüsü konusunda bir tespit yapılmış değil. Fakat bu bahsettiğim gibi henüz tespit edilememiş olmasıyla alakalı olabilir ve yakın zamanda böyle bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Bunun da Suriye’deki iç savaşın seyrini etkileyebilecek düzeyde etkileri olacaktır. BM zaten bütün çatışan taraflara virüs salgını sebebiyle ateşkes çağrısı yaptı. Böyle bir salgın Suriye’de yayılacak olursa belli bir süre en azından taraflar arasında çatışmaların durdurulması gibi bir karar alınabilir.

 

Y. K. : SDG geçtiğimiz günlerde tüm operasyonların durdurulduğunu ilan etti. Diğer aktörlerin de bu yönde bir açıklaması oldu mu? 

 

O. O. : Hayır. Bunun dışında ateşkes çağrısı yapan bir aktör olmadı ama zaten İdlib’de Türkiye ile Rusya arasında varılan mutabakat gereği bir ateşkes anlaşması yapıldı. Şimdilik bu durum sahada da -istisnaları saymazsak- başarılı bir şekilde sürdürülüyor ama virüse ilişkin yeni bir durum değerlendirmesi yapılmadı. Mevcut ateşkes sürdürülüyor. Bölgedeki radikal gruplar ise zaten ateşkes çağrılarına ve Moskova Mutabakatına uymayacaklarını açıkladılar. Uluslararası çağrılara da itibar etmeyeceklerdir ki zaten geçtiğimiz hafta içerisinde Türk askerlerine dönük bir saldırı da gerçekleştirdiler.

 

Y. K. : Konuyla bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir soru daha yöneltmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde UNICEF’in Suriye temsilcisi Fran Equiza, Haseke ve çevresindeki yarım milyon insanın su ihtiyacının karşılandığı Rasulayn’ın doğusundaki Alluk köyünde bulunan su istasyonundan su tedarikinin kesildiğini bildirdi. Covid-19 salgını devam ederken bu tarz bir yaklaşımı kabul edilemez bulduğunu da ekledi. Türkiye’nin bölgede siyasi ve askeri kazanımları için buradaki suyu bir koz olarak kullandığını söyleyebilir miyiz?

 

O. O. : Bahsedilen su dağıtım şebekesi Barış Pınarı Harekâtı öncesi YPG’nin kontrolündeydi. Barış Pınarı Harekâtı’ndan bu yana da Türkiye’nin desteklediği muhalifler tarafından kontrol ediliyor. Ancak yaşanan su sıkıntısı doğrudan Türkiye’yle bağlantılı bir durum değil. Bu durum daha çok, Suriyeli muhalifler ile YPG arasında yaşanan bir kriz. Barış Pınarı Harekâtı sonrasında su şebekesinin muhaliflerin eline geçmesiyle Rusya arabuluculuğunda Suriyeli muhalifler ve YPG arasında ‘elektrik karşılığında su’ olarak özetleyebileceğimiz bir anlaşmaya varıldı. Çünkü Barış Pınarı bölgesinin elektriği de YPG kontrolündeki barajlardan ve elektrik dağıtım şebekelerinden sağlanıyor. Karşılığında da sizin bahsettiğiniz Alluk su şebekesinden YPG kontrolündeki bölgelere su temin ediliyor. Şu anda yaşanan sıkıntı YPG’nin verilen elektrik konusunda sıkıntı yaratması veya muhaliflerin daha fazla elektrik talep etmesiyle ilgili. YPG’nin buna olumlu yanıt vermemesi karşılığında Suriyeli muhalifler de suda bir kesinti yaratmış gözüküyor. Ama bu durumun yaşanan salgınla bir ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Tamamen tarafların arasındaki elektrik ve su alışverişi konusundaki pazarlıkla ilgili. Şimdiye kadar su konusu Türkiye tarafından hiçbir zaman dış politikada genel anlamda bir baskı aracı olarak kullanılmadı. Su meselesi Türkiye, Irak ve Suriye arasında her zaman bir sorun olageldi ama Türkiye hiçbir zaman su kesintisi gibi bir politika uygulamadı. Çünkü böyle bir durumda bölgenin kontrolünü elinde bulunduran gücü değil, onun kontrolündeki bölgelerde yaşayan halkı cezalandırmış oluyorsunuz. Halk da bundan büyük sıkıntı çekiyor. 

 

Y. K. : Yabancı IŞİD mensubu tutuklular konusuna da değinmek istiyorum. Bunların geleceği belirsizliğini koruyor şu an. On binlerce tutukludan söz ediliyor ve birçoğunun Batı ülkeleri menşeli olduğu da biliniyor. Mevcut durumda ABD’nin finanse ettiği bir program çerçevesinde SDG’nin denetimindeki hapishanelerde tutuluyorlar. SDG yetkilileri her defasında bu tutukluların ülkelerine geri gönderilmesi şeklindeki çağrısını yineliyor. Buna karşılık Batı ülkeleri, vatandaşı olan tutukluları almak hususunda oldukça isteksiz. Bunun yanında bir de uluslararası yargı mekanizmasının bölgede kurulması yönünde bir çağrı var. Buna da henüz bir cevap verilmiş değil. Sizce bu durumun geleceği ne yönde seyreder? Olası bir yargılama süreci yahut tutukluların iade süreci SDG’ye bir meşruiyet sağlar mı?

 

O. O. : Bu konuda tarafların farklı görüşleri söz konusu. Yabancı terörist savaşçıların ülkelerine dönmesi durumunda, Avrupa ülkelerinin ne bu kişileri yargılayacak bir hukuk mekanizması ne de barındıracak fiziki altyapısı bulunuyor. Ayrıca Avrupa ülkeleri, bu teröristlerin kendi ülkelerine büyük güvenlik tehdidi oluşturacağını ve yeni radikal hücrelerin ve örgütlerin oluşumuna da ön ayak olabileceklerini düşünüyor. Bu sorunla baş edemeyecekleri için bunun mümkünse Suriye veya Irak içinde çözülmesi yönünde bir beklenti içerisindeler. 

 

Diğer taraftan Türkiye ve Amerika bu yabancı terörist savaşçıların kaynak ülkelerine iade edilmesi gerektiğini ve vatandaşı oldukları ülkelerin bu sorunla baş etmesi gerektiğini savunuyor. Şu anda YPG’nin elindeki en önemli koz bu yabancı terörist savaşçılar meselesi. Dolayısıyla YPG Batı’ya karşı bu etkili kozu kaybetmek istemeyecektir. Yani YPG, ne Avrupa ne Amerika üzerinde bunların geri dönmesi yönünde bir baskı uygulamaz ama bunu bir koz olarak yer yer gündeme getirecektir. Geri gönderme tehdidi üzerinden Avrupa’nın desteğini almak için bunu kullanır diye düşünüyorum. 

 

Zira bu yabancı terörist savaşçıların teslim edilmesi durumunda YPG’nin elinde Batı’ya karşı kullanabileceği bir koz da kalmayacak. IŞİD’le mücadele zaten büyük ölçüde sona ermiş durumda. Bu konudaki çözümün nasıl olacağı konusunda bir kestirimde bulunmak çok mümkün değil ama Suriye’deki siyasi çözüm nihayete erdiğinde Suriye rejiminin de içerisinde olacağı bir formülle bu yabancı terörist savaşçıların kendi ülkelerine dönmeden Suriye içerisinde yargılanması ve cezalarını burada infaz etmeleri gibi bir seçenek muhtemel görünüyor. Bu da yine Suriye’de siyasi çözümün parametrelerinden biri olacaktır.

 

Y. K. : Kuzey Suriye’nin Arap yoğunluklu bölgelerinde SDG ile buradaki topluluklar arasındaki tansiyonun yer yer yükseldiğine tanıklık ediyoruz ve bu anlamda en çok Deyr ez Zor’un gündeme geldiğini görüyoruz. IŞİD ile mücadele adı altında evlere yapılan baskınlar ve gerçekleştirilen tutuklamalar bunu her geçen gün tetikliyor. Bu durum aslında SDG’nin bölgeyi yönetmede ne gibi zorluklarla karşı karşıya olduğuna ilişkin ipucu veriyor. Sizce zaman içerisinde bu bir Arap-Kürt çekişmesini beraberinde getirir mi?  

 

O. O. : Bu sorun, YPG’nin Amerikan desteği altında otoritesini ve kontrol alanlarını Kürt yoğunluklu bölgelerin dışına taşımasıyla başladı. Oysa ki YPG ilk ortaya çıktığında daha çok Türkiye sınırındaki Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı bölgeleri kendisine hedef olarak seçmişti. Ancak IŞİD’le mücadele kapsamında Amerika’nın da desteğini alarak belki kendisinin de hiç düşünmediği alanları kontrol eder hale geldi. Bu alanların büyük çoğunluğu da Arap nüfusunun yoğun yaşadığı ve Suriye’deki aşiret yapısının en güçlü olduğu Fırat’ın doğusundaki yerleşim yerleridir. Rakka, Haseke, Deyr ez Zor ve Menbiç gibi. Buralar, yüzde 90’ın üzerinde Arap nüfusunun yaşadığı ve Arap aşiret yapısının çok güçlü olduğu yerler. 

 

YPG’nin bu tür bir genişleme içine girmesi, Amerika’nın yol göstericiliğinde hem YPG içine daha fazla Arap savaşçının eklenmesi hem de siyasi düzlemde yerelden bazı Arap aşiretleriyle ittifak edilmesi ihtiyacını doğurdu. Ancak bu ittifakın çok da rızaya dayalı bir ittifak olduğu söylenemez. Bu birliktelik daha çok Amerika’nın sağladığı çıkar ağıyla, aşiretlerin yerel güvenlik ve çıkarlarını korumakla ilgili. Ancak hiçbir şekilde buradaki Arap halkı ve aşiretleri açısından YPG uzun vadede kabul edilebilir, meşru bir aktör değil. Eğer Amerika’nın pozisyonuyla ilgili bir zayıflık ortaya çıkarsa bu kırılgan ittifak her an dağılmaya müsaittir. 

 

Zaten Amerika’nın çekilme ihtimalinin giderek artmasıyla birlikte Deyr ez Zor başta olmak üzere YPG karşıtı birçok halk gösterisi, hatta zaman zaman yerel halk ile YPG arasında çatışmalar da yaşandı. Şu anki durum, dediğim gibi tamamen Amerika’nın sağladığı çıkar ağı ve güvenlik şemsiyesi ile ilgilidir. YPG ile Arap aşiretler arasındaki dönemsel ittifakı daha kırılgan kılan faktör ise Suriye rejimi ve İran’ın da buradaki Arap aşiretlerini kendi yanına çekme çabasıdır. Bu aktörler de YPG’ye karşı bir direnç oluşturmak için bu aşiretleri yanına çekip bir yerel direniş örgütlemeye çalışacaklardır. Bu da zaman içinde Araplar ve Kürtler arasındaki zaten var olan mevcut gerilimi tırmandıracaktır.

 

Y. K. : Geçmişte burada bulunan Arap aşiretlerinin IŞİD’e çok açıktan destek verdiği biliniyor. Aynı aşiretlerin bugün de statükodan yana tavır alması çok da abes olmasa gerek.

 

O. O. : Kesinlikle, çünkü bu aşiret yapısının bir gereği. Hatta zaman zaman aynı aşiretin farklı kolları farklı aktörlerle iş birliği içine girebilir. Halen de böyledir. Yani Deyr ez Zor’da ya da Rakka’daki aşiretin bir kolu Suriye rejimiyle hareket ederken, diğer bir kolu Türkiye ve muhaliflere daha yakın durur. Bir diğer kolu da YPG ve Amerika ile çalışır. Aşiretlerde, bölgede kim güçlü ise onunla birlikte hareket etme yönünde bir eğilim var. Şu anda Amerika ve YPG bölgede güçlü ama eğer buradaki aşiretler Türkiye ya da muhaliflerin güçleneceğini hissederse anında o yöne doğru pozisyon değiştirebilir. Diğer taraftan eğer rejimin buralara geri döneceğini anlayacak olurlarsa çok rahat bir şekilde pozisyonlarını değiştirip Rusya, İran veya Şam ile ittifak içine girebilirler. Şu anda Suriye’de Kürtler ve Araplar arasında uzun yıllar sürebilecek bazı düşmanlık tohumlarının atıldığını söylemek mümkün. Ortaya çıkabilecek herhangi bir boşlukta bunun su yüzüne çıkacağını göreceğiz.

 

Y. K. : Bölgesel aktörlerden biri olarak Suudi Arabistan’ın buradaki Arap aşiretleriyle tarihsel bağları olduğunu söyleniyor. Türkiye ve Suudi Arabistan ilişkileri de uzunca bir süredir çok kötü durumda. Geçtiğimiz günlerde de biliyorsunuz Kaşıkçı davasıyla ilgili bir iddianame hazırlandı. Bu durum zaten iki ülke ilişkilerini zedelemeye devam ediyor. Bunun tabii ki Suriye’ye yansımaları da oluyor, olacaktır. Bu noktada YPG ile bölgedeki aşiretleri yaklaştırmak noktasında Suudi Arabistan’ın bazı egzersizleri olduğunu düşünüyor musunuz?

 

O. O. : Rakka YPG kontrolüne geçtikten sonra ABD’nin IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk ile Suudi Arabistan’ın bir bakanı bölgede bir gezi düzenlemiş, görüşmeler yapmıştı. Daha sonra da Suudi Arabistan’dan YPG kontrolündeki bölgelere bu tür üst düzey ziyaretler gerçekleşti. Burada Amerika’nın isteği; Suudi Arabistan’ın finansal gücünden faydalanmak, yeniden inşa faaliyetlerine destek vermesini ve SDG’nin içindeki Arap savaşçıların mali yükünü üstlenmesini sağlamaktı. Diğer bir neden ise, Suudi Arabistan’ın bölgedeki Arap aşiretleriyle olan toplumsal ve tarihsel bağlarından faydalanmaktı. Suudi Arabistan da bu davete icabet etti. Bunun iki nedeni var. Birincisi Türkiye’yle yaşadığı sorunlar. Suudi Arabistan, bölgesel rekabetin bir parçası olarak Türkiye’ye karşı bir hamle olarak YPG’ye destek olmaya çalıştı. 

 

İkincisi de İran’ı dengelemek. Nitekim Suudi Arabistan İran’ı da büyük bir tehdit olarak görüyor. YPG’nin burada kaybetmesinin İran’ın zaferi anlamına geleceğinin, YPG’den doğacak boşluğun İran tarafından doldurulacağının farkındalar. Bu motivasyonlarla Suudi Arabistan’ın bölgede etkili olma çabası var. Sadece Suudi Arabistan’ın değil, Birleşik Arap Emirlikleri’nin ve Mısır’ın da var. Zaten bu üç ülke genel anlamda bölgesel meselelerde ortak hareket ediyor. O açıdan bakıldığında da Fırat’ın doğusunda YPG’ye de destek verilmesi kendileri açısından son derece makul bir seçenekmiş gibi gözüküyor. Tabii bu ülkelerin dış politikasındaki en önemli parametrelerden biri de Amerika’yla ittifak. Dolayısıyla bu ülkeler üzerindeki etkisi nedeniyle Amerika’nın buradaki destek talebine olumlu bir karşılık gelmiş olabilir.

 

Y. K. : Suudi Arabistan’dan bahsettik ama son dönemlerde Mısır daha fazla adından söz ettiriyor sanki. Çünkü PYD’liler defalarca Mısır’a gidip bazı temaslarda bulundular, burada bazı görüşmeler gerçekleştirdiler. Mısır’ın pozisyonu nedir? Yani Suudi Arabistan’dan ayrılan bir tarafı var mı bunun? Yoksa bu sistemik üçlü dediğimiz Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır blokunun ortak bir politikası mı?  

 

O. O. : Mısır, Suudi Arabistan’la kıyaslandığında daha çekingen bir tavır içerisinde. Yani Mısır burada daha çok tarafsız kalmaya çalışıyor. Rejimle ve muhaliflerle olan ilişkisinde de bu şekilde. Çok açık bir tavır almak istemiyor ve kendisini çatışan tarafların bir araya gelebileceği bir platform olarak konumlandırmaya çalışıyor. Örneğin Suriye muhalefetinin bir ayağı Kahire Platformu adı altında Mısır’da örgütleniyor. Mısır bir taraftan bu Suriyeli muhaliflere ev sahipliği yaparken diğer taraftan Suriye rejimiyle de ilişkilerini geliştirmeye başladı. Özellikle askeri darbe ve Sisi’nin iktidara gelmesinden sonra ilişkiler daha da gelişti. YPG’yle olan ilişkiler konusunda da çeşitli girişimler var. Mısır’ın istihbarat yetkililerinin Suriye’ye gidip YPG ile görüştüğü biliniyor. Zaman zaman Şam’la YPG arasındaki görüşmelere arabuluculuk etme çabaları da oldu. 

 

Ancak Mısır’ın, Suriye sahasında askeri ve finansal anlamda Suudi Arabistan kadar rol aldığını söylemek mümkün değil. Suudi Arabistan’a göre daha çekingen davranan, olabildiğince taraflar arasında tarafsız kalmaya çalışan bir pozisyonda. Ama onun da temel motivasyonlarından birisi İran’ı ve Türkiye’yi sınırlamak. Ancak şimdiye kadar aleni bir şekilde YPG’ye destek verdiğini söyleyemeyiz.

 

Y. K. : Barış Pınarı bölgesine geçmek istiyorum. Biliyorsunuz Türkiye ile Rusya, Fırat’ın doğusunda sınıra paralel olarak Kobani’den Derik’e kadar olan bir alanda belli aralıklarla devriyelere devam ediyorlar. Benzer bir durum Menbiç’te Türkiye ile ABD arasında da olmuştu ama herhangi bir neticeye ulaşmadan askıya alındı. Aynı şekilde şimdi Rusya ile bir devriye faaliyeti söz konusu. Bu nasıl netice verir, yani nereye evrilir? Barış Pınarı bölgesini Türkiye’nin genişletme fırsatı olacak mıdır? Bu operasyonun diğer bölgelere doğru genişletilmesi gibi bir seçenek hala masada duruyor mu? Böyle bir durumda Rusya’nın buna dönük yaklaşımı nasıl olur? ABD’nin etkinliğinin de geçmişe nazaran burada biraz azalmış olduğunu görüyoruz. Böyle bir durumda ABD’nin, Türkiye’nin müdahalesine Türkiye-Rusya ilişkilerinin zarar göreceği ihtimaline karşı sessiz kalmayı tercih etmesi muhtemel midir?

 

O. O. : Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı’na başladıktan sonra Fırat’ın doğusundaki sınır hattının düzenlenmesiyle ilgili olarak önce Amerika’yla, daha sonra Rusya’yla birer mutabakat imzaladı. Amerika’yla imzalanan anlaşmaya göre Türkiye’nin operasyonuna ara vermesi, Rusya’yla imzalanan mutabakat çerçevesinde de 32 kilometre derinlikte YPG’den arındırılmış bir bölge oluşturulması kabul edilmişti. Tel Abyad-Resulayn arasındaki bölgenin Türkiye kontrolüne bırakılması, geri kalan bölgelerde de YPG’den arındırılmış 32 kilometre ve 10 kilometre derinlikte Türk-Rus ordularının ortak devriye görevi icra etmesi şeklinde bir anlaşma imzalandı. Şimdiye kadar Amerika’yla varılan mutakabata Türkiye’nin uyduğu görülüyor. 

 

Ancak YPG’nin Barış Pınarı Bölgesi’ne dönük terör saldırıları devam ediyor. Bunları anlaşmanın ihlali olarak okuyabiliriz. Ama esas önemli olan Rusya’yla imzalanan mutabakat. O mutabakatın sahada işlemediği söylenebilir. Yani burada Türkiye açısından önemli olan YPG unsurlarının 32 km güneye çekilmesiydi fakat bu unsurların çekilmediği biliniyor. YPG’nin kontrol ettiği bu 32 kilometrelik hattaki yerleşimlere Rus güçleri ve rejim güçleri de girdi. Bir bakıma YPG, kontrolü altında olan alanların otoritesini Rusya ve rejimle paylaşmak zorunda kaldı. Ama YPG hala burada en güçlü aktör konumunda. Türkiye böyle bir ortamda, beklentileri karşılan(a)mayacak olursa Barış Pınarı Harekâtı bölgesini doğu-batı yönlü olarak genişletebilir mi? Şu anda böyle bir ihtimal söz konusu değil. Çünkü Barış Pınarı Harekâtı bittikten sonra bütün dikkatler İdlib’e doğru kaydı. Yani 2019’un başından bu yana operasyonlar ve çatışmaların merkezi İdlib’e doğru kaydı. Hem Rusya’nın ve rejimin hem de Türkiye’nin önceliği şu anda İdlib meselesi ve yaklaşık iki yıldır taraflar buradaki mücadeleye odaklanmış durumda.

 

Bu nedenle Fırat’ın doğusundaki gelişmeler şimdilik buzdolabına kaldırılmış gibi gözüküyor ama Bahar Kalkanı Harekâtı sonrasında imzalanan yeni mutabakatla birlikte İdlib’de bir ateşkes sağlanmış durumda. Eğer bu ateşkes gerçekten kalıcı olur da İdlib’de nihai sınırlara ulaşacak olursak, yavaş yavaş hem rejimin hem de Rusya’nın dikkati Fırat’ın doğusuna doğru kayacaktır diye düşünüyorum. O zaman da Türkiye Rusya üzerindeki baskısını artıracaktır. Türkiye, YPG unsurlarının buradan çekilmesi konusundaki talebini yineleyecektir. 

 

Tıpkı Amerika’yla Menbiç yol haritası ve daha sonra Fırat’ın doğusundaki güvenli bölge süreçlerinde yaşandığı üzere tansiyon kademeli olarak tırmanacaktır. Muhtemelen taraflar göstermelik adımlarla süreci idare etmeye çalışacak ama gerçekte Türkiye’yi tatmin edecek adımlar atılmayacak, kriz giderek tırmanacak ve en sonunda Türkiye’nin müdahalesine veya kısmi güç kullanımına tanıklık edeceğimizi düşünüyorum. Ancak şimdilik askeri seçenek çok olası değil. Sadece Rusya olduğu için değil, Amerika da buna itiraz edecektir.

 

Esasında dediğiniz gibi, normal şartlarda Amerika’nın Türkiye-Rusya çatışmasını beraberinde getireceği için böyle bir operasyona destek vermesi, en azından sessiz kalması beklenebilir. Ancak Amerikan kamuoyunda, IŞİD ile mücadelesindeki müttefiki YPG’yi korumak, kollamak, ortada bırakmamak gibi bir hassasiyet oluşmuş durumda. Bu nedenle Türkiye’nin olası bir askeri operasyonu Rusya’dan önce Amerika tarafından tepkiyle karşılanacaktır. Ama diğer taraftan Türkiye açısından da bakıldığında bu tolere edilemez yaşamsal bir sorun. Her halükarda kriz tırmanır. Benim görebildiğim çözüm; Barış Pınarı’nda olduğu gibi Türkiye kontrolünde bir bölge değil ama YPG’den arındırılmış, rejimin kontrolüne bırakılmış bir bölgenin ortaya çıkması. Bu daha yüksek bir olasılık gibi duruyor.

 

Y. K. : İdlib’deki meseleye de biraz değinelim istiyorum. 5 Mart günü imzalanan bir mutabakat oldu. Bu mutabakatın hemen öncesinde rejim güçleriyle Türkiye’nin doğrudan karşı karşıya geldiğini ve bunların doğrudan birbirlerini hedef aldığını gördük. Burada Türkiye’ye eşlik ettiği söylenen bazı gruplar vardı. Bunlar eski adıyla ÖSO olarak bilinen Suriye Milli Ordusu mensuplarıydı. İdlib ve çevresindeki çatışmalar devam ederken Suriye Milli Ordusu’nun da buralarda etkinlik gösterdiğini duyduğumda açıkçası şaşırmıştım çünkü ben İdlib’in kent merkezinin yanı sıra çevresinin de büyük ölçüde HTŞ tarafından kontrol edildiğini ve diğer muhalif grupların buralarda çok da etki göstermediğini düşünüyordum. Acaba bu konuda yanlış bir bilgiye mi sahiptim? Suriye Milli Ordusu zaten İdlib ve çevresinde etkinlik gösteriyor muydu yoksa Türkiye'nin İdlib’e çıkarma yapmasıyla beraber mi buralara geldi? Diğer bir sorum da şu: Geçmişte Suriye Milli Ordusu içerisindeki bazı gruplar ile HTŞ’nin karşı karşıya geldiğini hatta bunların arasında çok şiddetli çatışmaların yaşandığını gördük. Suriye Milli Ordusu, İdlib ve çevresinde etkinlik göstermeye devam ettikçe bu grupların yeniden karşı karşıya gelme riski var mı? 

 

O. O. : Aslında Türkiye’yle Rusya arasında imzalanan mutabakattan önce de İdlib’de kontrol edilen bölgelerde HTŞ ve diğer gruplar arasında bir denge söz konusuydu. Hatta militan sayısı açısından bakıldığında ılımlı grupların savaşçı sayısı HTŞ’ye göre çok daha fazlaydı. Ama şöyle bir fark var. HTŞ, güçlü bir lideri olan ve nispeten merkezi bir yapı. Diğer tarafta ılımlı gruplar, yani ÖSO grupları arasında zaman zaman rekabet de söz konusu oluyor. Aralarında kağıt üstünde bir ittifak söz konusu çünkü Türkiye'nin zorlaması ile oluşmuş bir ittifak bu. Dolayısıyla bunun çok da güçlü bir ittifak olduğu söylenemez. Bu nedenle, her ne kadar sayıca üstün olsalar da HTŞ karşısında bir güç merkezi oluşturamıyorlar. İlk Soçi Mutabakatı’nın öncesinde HTŞ, diğer kampın en güçlü guruplarından biri olan Ahrar-el Şam ve Nurettin Zengi grubuyla çatışarak bu grupların kontrol ettiği bölgeleri ele geçirdi. Aynı zamanda HTŞ, Soçi Mutabakatı imzalandıktan sonraki süreç içerisinde de sınır kapılarını ve Afrin’e geçiş yolunda bulunan bütün stratejik noktaları ele geçirdi. Nihayetinde İdlib çatışmasızlık bölgesinin yaklaşık olarak yüzde 85'ini kontrol eder hale geldi. 

 

Dolayısıyla böyle düşünmeniz doğru. Büyük oranda HTŞ kontrol ediyordu İdlib’i. Aynı zamanda sivil idare de yine HTŞ ile bağlantılı “Kurtuluş Hükümeti”ne geçmişti. Ama bu durum, sayıca çok daha fazla olan on binlerce Suriye Milli Ordusu savaşçısının bir anda ortadan yok olduğu anlamına gelmiyor. Yani bunların kontrol bölgeleri daraldı. HTŞ’nin kontrolü altına girdiler belki ama o bölgelerde varlıklarını sürdürdüler; yapılarını ve savaşçılarını korudular. Ancak dağılan, Afrin’e gitmek zorunda kalan Nurettin Zengi gibi gruplar da oldu. Dediğim gibi bunlar aniden yok olmadı ve çok daha küçük alanları kontrol ettiler veya HTŞ’nin çevrelediği alanlarda daha yerel düzeyde varlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Şimdi bu gruplarla HTŞ arasında yeniden bir çatışma yaşanabilir mi? 

 

Biraz önce de bahsettiğim çatışmalar rejimin operasyonlarının olmadığı dönemde gerçekleşti. Yani bir dış tehditle karşı karşıya kalmadıklarında içeride kendi aralarında güç mücadelesi içerisine giriyorlar. Alan kapma, kaynakları kontrol etme veya zaman zaman ideolojik bir rekabete ve sonra da çatışma içerisine girebiliyorlar. Ama bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında ki -bu dış tehdit Rusya veya rejim oluyor- hemen bir araya geliyorlar. Çünkü bu tümü için bir var olma ya da yok olma savaşı. Dolayısıyla o noktada bir araya gelip ortak tehdide karşı birlikte mücadele ediyorlar. Bunu son Bahar Kalkanı Harekâtı'nda da gördük. Bundan sonraki dönemde yeniden böyle bir çatışma olasılığını ben biraz daha düşük görüyorum. Hatta Türkiye’nin de başarmak istediği senaryolardan biri HTŞ’nin kendisini fesh ederek ılımlı gruplara entegre olması. Bu çok zor bir görev. Ancak zaman içinde HTŞ’nin içinde bu plana uyacak kesimler ile bunu kabul etmeyen fraksiyonlar arasında ayrışım da olabilir.

 

Muhtemel çatışma, HTŞ’den ayrılarak kurulmuş daha radikal ve çekirdek El Kaide unsurlarının kurduğu Huras el Din veya HTŞ’nin dönüşmesini kabullenmeyen fraksiyonlarla yaşanabilir. Tabii burada HTŞ ile muhalifler arasındaki çatışmaları önleyecek bir faktör de Türkiye'nin bölgedeki varlığı. Bahar Kalkanı ile birlikte Türkiye'nin sahada çok ciddi bir askeri varlığı oldu. Bence bu da HTŞ ile ılımlı muhalifler arasında yaşanabilecek bir çatışmayı önleyecek bir rol üstlenecektir. Şu anda hepsi çok büyük bir tehdit altında: Rejim tehdidi. Dolayısıyla böyle bir durumda kendi aralarında bir savaşa girmeyeceklerini düşünüyorum.

 

Y. K. : 5 Mart'ta Türkiye ile Rusya arasında varılan mutabakat uyarınca M5 kara yolunun kontrolü bütünüyle rejimin ve rejim destekli grupların kontrolüne geçti. M4 otoyolunun altında kalan alan içinse muğlak bir güvenli bölge ifadesi kullanıldı ve M4'te Türk-Rus ortak devriyelerinin yapılacağı deklare edildi. 23 Mart'ta ikinci bir devriye oldu ama bu da ilkinde olduğu gibi planlandığı şekliyle yapılamadı çünkü bazı radikal grupların müdahaleleri oldu. Bu radikal grupların kim olduğu aşağı yukarı biliniyor; Huras el Din ve HTŞ öyle zannediyorum. Bu grupların Türkiye ve Rusya arasındaki mutabakatı çalıştırmaması Rusya için olduğu kadar Türkiye için de bir meydan okuma olarak kabul edilebilir mi? Türkiye’nin günün birinde bu grupları hedef alması gerekecek mi?  

 

O. O. : Esasında Türkiye geçmiş dönemde ilk Soçi Mutabakatı ile birlikte şöyle bir taahhüt altına girdi: İdlib’deki radikalleri ve ılımlıları birbirinden ayrıştıracak ve radikalleri elimine edecekti. Bu Türkiye'nin sorumluluğuna bırakılmıştı ama Moskova Mutabakatı’na kadar geçen sürede Türkiye bu konuda bazı adımlar atsa da kesin bir sonuç alamadı. Bu noktada daha çok HTŞ üzerinde bir politika uyguladı. Havuç-sopa politikası diyebileceğimiz bir yöntemi takip ederek örgütün daha pragmatikleşmesini, radikal eğilimlerini kenara bırakıp ılımlılara entegre olmasını ve bir siyasi çözüme yanaşmasını sağlamaya çalıştı. Çok kısmi bazı başarılar elde etti. Mesela HTŞ’nin Soçi Mutabakatına uyacağını açıklaması ve anlaşmaya uyması önemliydi çünkü bu tür militan selefi hareketlerin siyasi anlaşmalara tamamen karşı olduğunu biliyoruz. Bunun dışında HTŞ, El Kaide ile bağını kopardığını açıklamış ve isim değişikliğine gitmişti. Tabii bu kabuk değişikliği Rusya ve uluslararası toplum tarafından pek kabul görmedi. Ama ne olursa olsun örgüt El Kaide ile bağını kopardığını açıkladı. HTŞ ile yollarını ayıran savaşçılar da Huras el Din gibi diğer başka örgütleri kurdular. Bu da örgütün kendi içinde bir tartışma olduğunu gösterdi ve büyük çoğunluğunu yabancı savaşçıların oluşturduğu çekirdek El Kaide unsurların bir kısmının örgüt dışına atılmasını sağladı. 

 

En önemlisi de HTŞ’nin militan yapısı süreç içerisinde değişti. Geçmişte daha çok yabancılardan oluşan örgüt şu anda çok büyük oranda, hatta yüzde 90’ın üzerinde Suriyelilerden oluşan ve Suriye dışı hedefleri olmayan bir örgüte dönüştü. Bunlar bardağın dolu tarafı ama bardağın boş tarafına baktığımızda HTŞ halen kökeni Irak El Kaide’sine dayanan IŞİD eski lideri Bağdadi’nin Suriye'ye gönderdiği Muhammed Jolani liderliğinde. Zaman zaman da Huras el Din veya diğer radikal unsurlarla sahada da iş birliği yapabilen bir örgüt. 

 

Dolayısıyla Türkiye'nin çabaları kısmen sonuç verdi belki ama kesin başarı sağlamadı. Başarılı olamadığı için de zaten Rusya HTŞ ve diğer radikal unsurların varlığını öne sürerek operasyonlarına devam etti. Ama geçmiş dönemde Türkiye’nin bu radikal güçlere karşı güç kullanma imkanı yoktu. Daha çok müzakereler, ikna ya da ekonomik baskı gibi yöntemler uyguladı. Bu tür bir politikanın başarılı olmasının şartı zaman zaman güç kullanmayı gerektiriyor. Ancak Türkiye'nin bunu sahada yapabilecek imkanı söz konusu değildi. Bahar Kalkanı Harekâtı ile birlikte Türkiye şu anda İdlib sahasındaki en güçlü askeri aktör konumuna gelmiş durumda. Sahada önemli bir askeri varlığı var ve gerektiğinde bu anlaşmaları bozacak unsurlara karşı güç kullanabilir.

 

Y. K. : Belki o zaman Türkiye’nin İdlib hava sahasını kullanmasına da müsaade edilecektir.

 

O. O. : Bu da bir ihtimal tabii. Rusya yalnızca radikal unsurlara karşı kullanması karşılığında hava sahasını açabilir. Son Moskova Mutabakatı ile birlikte M4 otoyolunda ortak devriye görevi icra edilmesi gerekiyor ancak dediğiniz gibi HTŞ ve Huras el Din’in tehditleri nedeniyle bu devriye görevi çok sınırlı bir alanda icra edildi. Hatta Huras el Din bazı videolar yayınlayarak bu ortak devriyenin gerçekleşmesi halinde ateş açılacağını ilan etti. Zaten orada Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir eylem de gerçekleştirdiler ve iki Türk askerini hedef aldılar. Dolayısıyla gerginlik özellikle TSK ve Huras el Din arasında tırmanıyor. 

 

Bu örgütler geçmiş dönemde doğrudan Türkiye’ye tehdit oluşturmuyordu ama şimdi giderek büyüyen bir baş ağrısına dönüşmeye başladılar. Ayrıca, bu gruplar önümüzdeki dönemde olası bir Rusya veya rejim operasyonunun da bahanesi olabilirler. Dolayısıyla bu durum, Rusya'yla krizin yeniden tırmanması gibi Türkiye açısından çok yaşamsal tehditler barındırıyor ki bu Türkiye'nin çok arzu ettiği bir durum değil. Radikallerle mücadelede ise güç kullanmak çok riskli. Çünkü Türkiye'nin İdlib’de binlerce askeri var ve bunlar bir anda tehdit altına girebilir. İdlib’i genel anlamda istikrarsızlaştırabilir. Bu riskli bir seçenek ama Rusya’yla yapılan mutabakatın sürdürülmesi açısından da bu grupların ateşkesin altını oyan eylemlerine bir şekilde son verilmesi gerekiyor. Her ne kadar riskli olsa da bu gruplara karşı güç kullanılmaması daha büyük riskleri beraberinde getirebilir ancak bu da Rusya'yla yeni bir kriz tırmandırma süreci başlatacaktır. Dolayısıyla ben kısmi de olsa bu gruplara karşı Türk Silahlı Kuvvetleri'nin güç kullanabileceğini düşünüyorum. Yani Türkiye bence bölgedeki grupları iki seçenek arasında bırakacak: “Ya anlaşmaya uyacaksınız ya da elimine olacaksınız.” Ancak güç kullanımı derken kapsamlı bir operasyon beklentisine girmemek gerekir. Türkiye kademeli olarak M4 çevresindeki askeri varlığını ve kontrolünü artıracaktır.

 

Y. K. : Son olarak genel bir değerlendirme almak istiyorum. Genelde dikkatlerimiz İdlib ve YPG bölgelerine odaklanmış durumda ama Fırat Kalkanı Bölgesi ve Afrin’de neler olduğuna dair çok bir fikrimiz yok. Örneğin Fırat Kalkanı bölgesindeki muhalif gruplar ile Türk askeri arasında yer yer tansiyonun yükseldiğine ilişkin haberler geliyor. Bunun yanında burayı oluşturan toplulukların yine yer yer Türk askerlerine dönük bazı protestoları oluyor. Bu gruplar veya halk ile Türk askerini karşı karşıya getiren sebepler nelerdir? Afrin’de son durum nedir? Biliyorsunuz burası Kürt yoğunluklu bir alan. Nasıl bir sivil temsiliyet söz konusu burada?

 

O. O. : Fırat Kalkanı bölgesinde büyük ölçüde istikrar sağlandı. Yerel konseyler ve bölgenin önde gelenlerinin yer aldığı sivil idareler kuruldu. Belli bir ölçüde güvenlik de sağlandı. Bu işin olumlu tarafı ama diğer taraftan bakıldığında bu bölgede temel hizmetlerin sunumu konusunda büyük sıkıntılar var. Yani elektrik ve sudan tutun da belediyecilik hizmetlerine kadar. Diğer taraftan güvenlik de yüzde yüz sağlanabilmiş değil. YPG’nin gerçekleştirdiği sızmalarla terör eylemleri yapması ama daha önemlisi buradaki ÖSO grupları arasında yaşanan çatışmalar ve zaman zaman ÖSO gruplarının çıkar amaçlı olarak sivil halk üzerinde uyguladığı baskılar başlıca güvenlik sorunlarını güvenlik sorunlarını oluşturuyor. 

 

Ayrıca Suriye genelinde yaşanan ekonomik krizin ve Suriye lirasının dolar karşısında değer kaybetmesinin de o bölgelerde ekonomik etkileri oldu. Bundan kaynaklı bölgede bir rahatsızlık söz konusu ve sorunun kaynağı ÖSO güçleri veya yerel sivil otoriteler de olsa, halk bu konularda Türkiye'yi sorumlu tutuyor. Benzer şekilde bir ÖSO grubu herhangi bir suç işlediğinde bundan Türk Silahlı Kuvvetleri veya Türkiye sorumlu tutuluyor. Türkiye’den bu konuda önlem alması isteniyor. Yoksa orada doğrudan bir Türkiye'nin yönetimi söz konusu değil, Türkiye orada daha çok danışmanlık yapıyor. 

 

Afrin'de tabi biraz daha farklı bir durum var. Oradaki güvenlik ortamı Fırat Kalkanı’na göre biraz daha kötü. Hem Afrin içindeki YPG-PKK hücreleri hem de Tel Rıfat bölgesinden yapılan sızmalar ve o bölgeden ÖSO’ya ve zaman zaman da Türk askerleri ile sivillere karşı açılan ateşler bunu tetikliyor. Burada, özellikle İdlib operasyonu başladıktan sonra YPG’nin daha çok aktifleştiğini gördük ve sivillerin de hedef alındığı terör saldırıları gerçekleşti. Dolayısıyla YPG’nin rolü nedeniyle güvenlik tam olarak sağlanamamış durumda. Ama Türkiye orada Fırat Kalkanı ve Barış Pınarı’nda yaptığı gibi benzer siyasi ve güvenlik yapılanmaları kurdu. Siyasi yapı olarak 7 tane yerel meclis oluşturuldu. Bu yerel meclisler de oradaki demografik yapıya uygun olarak oluşturuldu. Yine büyük çoğunluğu o bölgenin önde gelen Kürtlerinden seçilmiş insanlar. Ama Afrin’deki durum dediğim gibi biraz farklı. ÖSO’nun Zeytindalı Harekâtı’ndaki eylemleri yerel halk arasında ciddi bir rahatsızlık yarattı ve bundan Türkiye sorumlu tutuluyor. Zaman zaman Türk Silahlı Kuvvetleri, suç işleyen ÖSO gruplarına karşı önleyici tedbirler de aldı, tutuklamalar da yaptı ama tam anlamıyla bir istikrar henüz sağlanabilmiş değil. Fakat buna bir süreç olarak bakmak lazım.