Skip to main content
nihal eminoğlu

Suriye Dosyası | Dr. Nihal Eminoğlu ile Göç Baskısı Üzerine

Sena Kekeç – Nisan 2020

Suriye’de 2011 yılında başlayan rejim karşıtı gösterilerin zamanla bir iç savaşa dönüşmesi yerel, bölgesel ve küresel boyutlarda umulmadık sonuçlar doğurdu. Bununla beraber, yakın tarihte benzeri görülmemiş insani bir drama yol açtı. Savaş öncesi 22 milyon nüfuslu Suriye’de, bu kriz 13.1 milyon insanı doğrudan ve dolaylı olarak etkilerken, bunun 6.6 milyonu ülke içerisinde yerinden edildi. Öyle ki, bu durum Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından “yakın tarihte görülen en büyük göç dalgası” olarak tanımlandı. Türkiye ise 911 km’lik sınırında yaşanan bu gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerden biri oldu. Krizin başladığı dönemde, zulüm ve savaştan kaçan sığınmacılara “açık kapı politikası” uygulayan Türkiye’de, 17 Nisan 2020 itibarıyla 3 milyon 583 bin 584 Suriyeli geçici koruma statüsünde kayıt alına alınmıştır. Bu rakamla Türkiye, dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke olmuştur. Küresel, bölgesel ve Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara uygulanabilir çözümler üretmek amacıyla 2009 yılında kurulan Küresel Siyasal Eğilimler Birimi (GPoT), Suriye’deki iç savaş 10. yılına girerken alanında uzman isimlerle görüşmeler gerçekleştirerek bir dosya çalışmasını hayata geçirmeye karar vermiştir. “Türkiye’nin Suriye’de Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar” adlı bu dosya çalışması 4 başlıkta toplanmıştır. Bunlar; Türkiye-Rusya İlişkileri, Türkiye-ABD İlişkileri, Göç Baskısı ve Sahadaki Durum ve Aktörlerdir. Dosya çalışmasının ‘Göç Baskısı’ etabında, 11 Nisan 2020 tarihinde GPoT Proje Asistanı Sena Kekeç (S. K.) Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAM) Üyesi Dr. Nihal Eminoğlu (N. E.) ile bir röportaj gerçekleştirmiştir. Röportajda öne çıkan soru ve cevaplar aşağıda verilmiştir.

 

S. K. : Öncelikle görüşme talebimize olumlu geri dönüş yaptığınız için teşekkür ederiz. Malumunuz, gündemimiz uzunca bir süredir Covid-19 salgını dolayısıyla yoğun. Hem yerel hem küresel anlamda dikkatler bu salgına çevrildi. O yüzden ilk olarak göç meselesinin bu konuyla ilişkisine dair sorularla başlamak istiyorum. Salgın ayrım yapmaksızın tüm insanlar için risk oluşturuyor ve evde kalma, hijyen, sosyal mesafeye uyma vurgusu sıklıkla yapılıyor. Ancak bunu yerinden edilmiş kişiler üzerinden değerlendirdiğimizde bu gruptakilerin coğrafi hareketliliğinin fazla olması, gerek kamp gerek kentsel alanlardaki yaşam koşulları, kalabalık gruplar halinde yaşıyor olmaları bu kurallara uymaya elverişli koşullar yaratmayabiliyor. Bu konudaki yorumlarınız nelerdir?

 

N. E. : Öncelikle Türkiye’deki Suriyelileri genel olarak iki ana gruba ayırdığımızı belirtmekte fayda var: Kamplarda yaşayanlar ve kamp dışında yaşayanlar. Aslında ‘Geçici Barınma Merkezi’ dediğimiz bu kamplarda yaşayan Suriyeli sayısı Mart ayı itibariyle 63 bin civarında. Bu da Türkiye’deki Suriyelilerin yaklaşık yüzde 1.5-2’sine tekabül ediyor. Yani Suriyelilerin büyük bir oranı aslında artık kentlerde yaşıyor, yani başka bir ifadeyle “kent mültecileri” oldular. Virüs salgınını mülteciler üzerinden değerlendirirken ilk olarak bunu biliyor olmak lazım. Bir diğer nokta, Türkiye’deki Geçici Barınma Merkezleri’nin koşulları. Özellikle Avrupa’dakilerle kıyaslandığında Türkiye’dekiler çok daha iyi durumda. Ben birkaç tanesini saha çalışması yaparken gezme fırsatı bulmuştum. Gayet düzenli, hijyen koşullarına önem veriliyor; hatta birçoğunun içinde küçük de olsa sağlık merkezleri de mevcut. O nedenle Covid-19 sebebiyle kamplarda yaşayan Suriyeliler açısında çok ciddi sıkıntılar olacağını pek düşünmüyorum. Yani o merkezlerin biraz daha kontrollü ve izole yerler olduğunu düşünüyorum.

 

Ancak bir de “Geri Gönderme Merkezleri” (GGM) var. Buralar, düzensiz göçmelerin/mültecilerin yakalandıkları zaman geldikleri ülkelere geri gönderilmek üzere geçici olarak bir süre tutulduğu yerler. Salgın sonrasında bu merkezleri gözlemleyen bazı İnsan Hakları Kuruluşları, buralarda şartların çok iyi olmadığını ve izolasyon koşullarının gerektiği ölçüde sağlamadığını belirten önemli raporlar ortaya koydular. Örneğin, bugün Türkiye’deki en büyük ve önemli Geri Gönderme Merkezi olan Harmandalı’na ilişkin olarak İzmir Barosu’nun yayınladığı bir Pandemi Raporu var. Tablo maalesef pek parlak değil. Hem burada bulunan ve virüs testi pozitif çıkanların tedaviye erişim hem de izolasyon koşulları endişe verici bir durum oraya koyuyor. Bu gibi durumlara muhakkak müdahale edilmesi gerekiyor.

 

Bunun dışında en temel sıkıntı kamp dışında yaşayan ve şehir merkezlerine dağılmış olan Suriyeliler ve diğer mülteciler. Haliyle onların yaşam koşulları, Covid-19’la nasıl mücadele ettikleri ve en önemlisi de devletin onlara nasıl ulaştığı meseleleri önemli. Burada da birkaç konu ortaya çıkıyor. İlki, bu virüs hakkında yapılan bilgilendirmeler. Biz her gün Sağlık Bakanı’nı ya da ilgili bakanları dinleyebiliyoruz, haberleri takip edebiliyoruz ama ona rağmen Türk vatandaşları arasında bile bu süreçle ilgili eksik bilgilere sahip olan çok fazla insan var.

 

Sokağa çıkma yasağından haberdar olmayan, önlemlerden kısmi bilgisi olduğu için dışarda olmaya devam eden, sosyal mesafeyi koruyamayan birçok kişi var. Bizim bilgiye erişimimiz bu kadar mümkün ve kolayken ve herhangi bir dil sorunu yaşamıyorken bile vatandaşlarımızın birçoğunun haberdar olmadığı konular var. Takdir edersiniz ki Suriyeliler ve mülteciler açısından bu biraz daha riskli.

 

Takip edebildiğim kadarıyla, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü ve özellikle bu alanda çalışan bazı Sivil Toplum Örgütleri, başta Arapça olmak üzere farklı dillerde, “Covid-19 nedir, virüsten korunma yolları nelerdir?” şeklinde bilgilendirmeler hazırlıyorlar. Bunları sosyal medyada da görüyoruz. Ama tabii yine Türk vatandaşlarına erişimde karşılaşılan sorunlar gibi bu bilgilendirmelerin ne kadarının mültecilere ulaştığı tartışılır. Diğer bir konu da yazılı olarak hazırlanan broşür ve sosyal medya bilgilendirmeleri. Bunun özellikle okuma-yazma bilmeyen, yaş ortalaması yüksek mülteciler veya çocuklar bakımından işe yarayıp yaramadığı da ayrı bir sorun. O mültecilere bilgilendirmeyi farklı yollardan yapabilmek lazım.

 

Bir diğer nokta da sağlık hizmetlerine erişim konusu. Diyelim ki semptom gösteren bir Suriyeli veya mülteci var. Acaba hastaneye gidebiliyor mu? Gittiği zaman gerekli tetkikler yapılıyor mu, gerekli önlemler ve tedaviler uygulanıyor mu? Biz biliyoruz ki Geçici Koruma statüsündeki Suriyeliler bakımından, yani kayıtlı ve düzenli göçmenler/mülteciler bakımından sağlık hizmetlerine erişimde bir sıkıntı yok ki zaten bu bir hak. Ancak bunun dışında, Türkiye’de bir de kayıtsız olan ve düzensiz göçmen grubunda olan Suriyeliler var. Kayıt altındaki Suriyeliler ağırlıkta belki ama diğer mülteciler de var. Kayıtsız olanların resmi sayılarını vermek pek mümkün olmasa da bazı araştırmalar ortalama 1 milyon civarında olduğunu söylüyor ki bu çok ciddi bir rakam. Yani, kaydı olmayan ve düzensiz olan göçmenlerin eğer kendilerinde bir sağlık problemi varsa hastaneye gitmeye çekinmeleri ihtimali çok yüksek çünkü gittikleri zaman deşifre olacaklar. Eğer başka bir şehirde kayıtları var ama bulundukları şehirde kayıtları yoksa, kendi şehirlerine geri gönderilecekler ve bunu da çok istemeyebilirler. Hiçbir yerde kayıtları yoksa da Geri Gönderme Merkezlerine gönderilecekler ki bundan da çekinebilirler. Bu nedenle, sağlık hizmetlerine erişim imkanı olduğu halde gitmek istemeyen düzensiz göçmenler -eğer ki virüsü taşıyorlarsa- bu anlamda riski yayabilirler.

 

Yine bu hususta önemli bir başka konu da çalışma mecburiyeti. Biz biliyoruz ki kayıtlı çalışan, çalışma izni olan Suriyeliler var ama kayıtsız çalışma da çok yaygın. Her ne kadar şu an bu virüsle mücadele tedbirleri bakımından Türk vatandaşları için bazı çalışmalara kısıtlama getirilse de, evden çalışma imkanı sunulsa da, kayıtsız çalışan ve genellikle, günlük işlerde, mevsimlik işlerde çalışan bu işçilerin işlerine hala (gizli saklı) devam edenleri de vardır.

 

Eğer ki bununla ilgili devlet tarafından ciddi bir kontrol yapılamıyorsa ki zaten kayıt dışı olduğu için de takibi biraz zor, yine bu mülteciler, sığınmacılar evlerinde durmayıp işlerine gidip, günün sonunda belki virüsü evlerine taşıyor olabilirler veya bu iş sırasında da virüsü taşıyor olabilirler. Bu da ayrı bir risk. Bununla birlikte, yine birçok işveren firmasını/şirketini virüs tedbirleri kapsamında kapatmak durumda kaldı. Buralarda çalışan kayıt dışı mülteciler birden iş kaybı yaşadı. Bakın bugün, Türk vatandaşları için de benzer bir durum var, ancak Hükümet bir şekilde önlemler alarak, pandemi döneminde insanların işsiz/maaşsız kalmamaları için tedbirler alıyor ve işverenleri uyarıyor. Kayıt dışı olan mülteciler haliyle bu kapsamda olamıyorlar. Zaten çok düşük ücretlerle bir şekilde geçinmeye çalışan mültecilerin bu dönemde iş kaybetmesi onlar için ayrıca bir bunalım ve sorun. Bu etkinin de mülteciler için “maliyetini” anlamak gerekir.

 

Ayrıca, Türkiye’ye virüs yaklaşırken sınır komşumuz İran’da ilk görülmesi endişe verici oldu. İran’dan bu virüsün geldiğini duyduğumuzda bu alanda çalışanlar olarak çok endişe ettik. Çünkü bildiğimiz bir şey var ki Türkiye, İran üzerinden çok fazla düzensiz göç alıyor. Kontrol edilemeyen bir göç grubu var. Özellikle İran’da bulunan Afganların Türkiye’ye göçü. Düzensiz göçle mücadele Türkiye’nin öncelikli konularından bir tanesi. Ancak yakalanan düzensiz göçmen sayılarının da yıldan yıla arttığını biliyoruz. Ama buna rağmen yine de kontrol edilemeyen bir düzensiz göç akını varsa İran’a bu virüs geldiğinde yine Afganlar veya diğer düzensiz göçmenler üzerinden bu virüsün Türkiye’ye girmiş olma ihtimali de yüksek.

 

Bunu doğrudan tespit edip ‘evet İran’dan geldi, mülteciler getirdi’ demek mümkün değil ama böyle bir ihtimal ve risk her zaman var. Bu sebeple Covid-19 aslında Suriyeliler başta olmak üzere bütün mülteci gruplarını etkiliyor, etkileme potansiyeli var. Aynı zamanda bilgilendirmenin eksik yapılması, kayıt dışı olanların çekinceleri gibi sebeplerle virüs taşıyıcısı da olabiliyorlar. Ama yine de şunu söylemek bir vicdani sorumluluktur diye düşünüyorum. Özellikle sosyal medyada son dönemde doğrudan mültecileri işaret eden, virüsü onların getirdiğine işaret eden çok fazla provokatif haber ve paylaşım var. Bunlar ne vicdana ne ahlaka sığar; ne de gerçeklikle örtüşür. Biz bir şeyi gördük ki; bu virüs aslında oldukça “demokratik” bir virüs. Yaşlı, genç, zengin, yoksul tanımadı, kişilerin kimliğine bakmadı. Bugün dünyanın önde gelen liderlerine bu virüs bulaştı. Bugün İngiltere kraliyet ailesine virüs bulaştı. O zaman bütün bunları mülteciler mi getirdi? O nedenle, evet, ciddi bir risk grubu ama bütün bu virüsün sorumluluğunu da mültecilere yıkmanın ne mültecilere bir faydası var ne de kısa ya da orta vadede Türkiye’ye ve topluma bir faydası var.

 

S. K. : Özellikle böyle kriz anlarında toplumda “günah keçileri” aradığımız için suçu göçmenlere/ mültecilere atabiliyoruz.

 

N. E. :  Sorunları  her zaman doğru tespit etmek ve bunun için de doğru sorular sorarak çözüm aramak lazım. Aktörler, kişiler üzerinden bu sorunu ifade edersek çözüm bulamayız. Bu kişileri ortadan kaldıramayacağımıza göre, sorunun daha iyi nasıl yönetilebileceğine dair çözüm ararsak; toplumda ayrıştırmayı ve nefreti güçlendirmektense daha çözüm odaklı sonuçlar elde edebiliriz.

 

S. K. : Türkiye’de Koronavirüs patlak vermeden önce Suriye’nin İdlib kentinde Türkiye ve Rusya arasındaki krizini tırmanmasının hemen akabinde sığınmacıların Avrupa’ya gidebileceklerine ilişkin haberler gündemimizin üst maddelerindeydi. Yüzlerce sığınmacının apar topar Ege ve Edirne’ye gidişi, mültecilerin Türk-Yunan sınırına tehlikeli yolculuklar yaparak geçtiğini canlı izlediğimiz görüntüler de oldu. Ne kadar mülteci vardı? Nereye gittiler? Giden gruplardan geri dönüşler oldu mu?

 

N. E. : Tabii bu çok önemli bir konu. Burada ilk olarak resmi açıklamalara, sonra da sahadaki gözlemlere bakmak lazım. Bir de doğası gereği bu iş nasıl yönetilebilir, kimler gidebilir, kimler gerçekten gider veya geri döner onu yorumlamak gerekiyor. Resmi açıklamalara baktığımızda, İçişleri Bakanlığı’nın verisi var. Mart ayı sonu itibariyle 130 bin 469 kişinin Türkiye’nin sınırlarından çıktığı belirtiliyor.

 

Biz bugün Türkiye’de 3.5 milyon kayıtlı, kayıtlı olmayanlarla beraber 4-4.5 milyon Suriyeliden bahsediyoruz. Suriyeliler dışında da Afganlar başta olmak üzere diğer mülteci gruplarını da düşünürsek, Türkiye’de beş milyona yakın mülteci olduğunu tahmin etmek mümkün. ( Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’ne koyduğu coğrafi sınırlama nedeniyle hukuken mülteci statüsünde olmadıklarını elbette biliyoruz; ancak sosyolojik anlamda mülteci oldukları gerçeğiyle bu ifadeyi kullanmakta sakınca görmüyorum). İçişleri Bakanlığı’nın verdiği rakamı dikkate alırsak, bu beş milyon içerisinde 130 binin Edirne sınırından çıkması %1’in bile altında bir orana tekabül ediyor. Yani aslına bakılırsa Türkiye’deki dengeler bakımından çok bir şey değiştirmiş değil bu sayı.

 

Biliyoruz ki Yunanistan çok ciddi bir müdahale yaptı ve sınırlarını hiçbir şekilde mültecilere açmadı. İki sınır arasında kalan mülteciler oldu. Ve hatta Yunanistan’a giremeyince bir şekilde Türkiye’ye geri dönenler de... Bunu da göz önünde bulundurmak gerekir.

 

S. K. : Peki bu sığınmacılar hangi ülkelerin vatandaşlarıydı? Çünkü bazen hepsinin Suriyeliler olduğu da düşünüldü; Afganların daha fazla olduğu da düşünüldü. Sahadan edindiğiniz gözlemleriniz nelerdir?

 

N. E. : Sahada yapılan gözlemler daha çok erkeklerin, tek başına, belki bekar olan ve aileleri olmayan grupların olduğunu gösteriyor ki bu da pek şaşırtıcı değil. Bu gruplar da genellikle Afganlar oluyor Türkiye’de. Afganların göç ettiği bilgisi var. Suriyeliler daha çok yerleşik gruplar ve Türkiye’nin dört bir yanındalar. Aileleriyle birlikte savaşın başladığı ve göç etmeye başladıkları 2011’den bu yana bir şekilde Türkiye’ye yerleşmiş gruplar. O nedenle bu sınırın açılmasının motivasyonuyla bütün hayatını, çoluğunu çocuğunu toplayıp da bu göçü gerçekleştirme cesareti bir kısmında olabilir ama büyük çoğunluğunda olamaz.

 

Bu sebepledir ki göç edenler büyük çoğunlukla Suriyeliler değil. Eğer ki bu göç ediliyor olma durumu Türkiye’de toplumun yüreğine su serpecekse, “acaba Suriyeliler gidiyor mu, mülteciler gidiyor mu, bu gruplardan (sözde) kurtuluyor muyuz?” sorularına olumlu yanıt arıyorlarsa, zaten oranlar bunun olduğunu göstermiyor.

 

Tabii burada şunun da altını çizmek lazım; Türkiye neden böyle bir şey yaptı? Bir kere ‘sınır kapılarını açarız’ kartı ya da tabiri caizse ‘kozu’, Türkiye’nin çok uzun bir süredir elinde. Bunu da Avrupa Birliği’ne yönelik olarak epeydir dillendiriyor. Peki bunu neden uzunca süre yapmadı? Birincisi, imzaladığı taahhütler vardı. Özellikle, Türkiye-AB arasında imzalanan 18 Mart Mutabakatı. İkincisi, sadece bu mutabakatı ihlal etme endişesiyle değil, eğer ki sınırlarını yeniden açarsa Türkiye çok iyi biliyordu ki yeniden bir transit ülke olarak cazibe merkezi haline gelecek. ‘Avrupa’ya geçişler ve Avrupa kapısı yeniden açıldı’ fikrini ve bilgisini alan mülteciler bu sefer yine Türkiye’nin güney sınırından da akın akın, belki düzensiz yolla Türkiye’ye geçebilecekti diğer Avrupa ülkelerine ulaşma umuduyla. Türkiye bu riski de aslında biraz almamak adına elindeki bu kartı kullanmakta çokça direndi. Yani sadece mutabakattan doğan yükümlülüklerini ihlal etmenin endişesi değildi. Peki neden en sonunda artık bardağı taşıran son damla böyle bir karara sebep oldu? Türkiye’nin bu kararını 18 Mart Mutabakatında AB’nin verdiği sözleri tutmamasıyla açıklamıştır.  

 

Bu mutabakat sadece göç konusunu düzenlemiyor. Gümrük Birliği Anlaşmasının güncellenmesi, Türkiye-AB ilişkilerinin ivme kazanması ve Türkiye’ye verilen mali yardım konusu gibi başka konular da Mutabakatta yer alıyor. Türkiye bu konuda atılan adımları yeterli bulmadığı için AB’ye artık Mutabakat çerçevesinde göçü engelleme sorumluluğunu yerine getirmeyeceği mesajını vermek istedi. Özellikle son dönemde İdlib’ten Türkiye’ye yeni bir göç akınını başlama riski de vardı. Türkiye yeni göç akınını kaldırabilecek durumda da değildi.  Bu tabloda Türkiye de, AB’nin bölgede işbirliği noktasında yeterli katkıyı kendisine sağlamadığı ve aksine Türkiye’nin müdahalesini eleştirmesine karşılık olarak  mülteci geçişine artık engel olmayacağını söyledi ve böyle bir durum ortaya çıktı.

 

S. K. : Türkiye’deki Suriyelilere geçmek istiyorum. Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne ilk taraf olan ülkelerden biri ve coğrafi kısıtlamayı da devam ettiren birkaç ülkeden biri olarak kaldı. Dolayısıyla Türkiye’deki Suriyelilere, sizin de söylediğiniz gibi, mülteci statüsü veremiyoruz ve yeni kanunla birlikte geçici koruma statüsü altına alındılar. İki taraf var; bazıları mülteci statüsü almaları gerektiğini savunurken; diğerleri Türkiye’nin tampon bölge olması gibi kaygılarla mülteci statüsünün verilmemesinde ısrarlı. Peki, tam olarak nedir bu coğrafi kısıtlama? Suriyelilerin ‘mülteci’ statüsü alamamaları onları hangi haklardan mahrum bırakıyor?

 

N. E. : Bu çok yerinde bir soru ve bizim de her zaman dile getirdiğimiz bir şey. Ne kadar anlatılsa da eksik bir şeyler kalıyor. O yüzden bir kez daha altını iyi ki burada çiziyoruz. 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü mülteci haklarını düzenler ve uluslararası mülteci tanımını yapar. Türkiye’nin buradaki coğrafi sınırlamasının ne olduğunu iyi bilmek lazım. Türkiye coğrafi sınırlama yaparken aslında Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan mülteci tanımına karşı çıkmıyor. Şöyle ki mülteci tanımını kabul ediyor, ancak bunun sadece Avrupa’dan gelenler için Türkiye açısından bağlayıcı olacağını söylüyor. Biz zaten o nedenle buna bir coğrafi sınırlama diyoruz. Bu nedenledir ki Türkiye coğrafi sınırlama getirse de mülteci tanımını da kabul ettiği için ve sosyolojik anlamda da bu tanımlamaya gerçekten de Suriye’den, İran’dan, Irak’tan gelen mülteciler uyduğu için birçok uzman/akademisyen/insan hakları savunucusu bu gruplara yine de  “mülteci” demekten çekinmiyor. Çünkü mülteci oldukları gerçeğini Türkiye’nin coğrafi sınırlama koymuş olması değiştirmiyor.

 

Peki Türkiye neden coğrafi sınırlama koymuş? Buna da bir parantez açalım. Bugün dünya üzerinde Cenevre Sözleşmesi’ne imzacı 100’den fazla devlet var ve bu coğrafi sınırlamayı devam ettiren dört ülke kaldı: Türkiye, Monako, Madagaskar ve Kongo. Onun dışında Avrupa ülkeleri açısından da herhangi bir coğrafi sınırlama yok. Yani bu da şu demek oluyor. Suriye krizi de başta olmak üzere bütün bu bölgeden göç edenler Avrupa’ya gittikleri zaman mülteci statüsüne başvurabilirler ve eğer gerekçeleri sağlanıyorsa mülteci statüsünü de elde edebilirler. Türkiye’nin o dönem 1951’de Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olurken coğrafi sınırlama getirmesi, yine aslında Ortadoğu bölgesinin kaynayan kazan olması ile alakalı bir durum. Türkiye de o dönemin siyasi konjonktürü itibariyle, oradan çok ciddi bir göç kanalını tetikler endişesiyle mülteci statüsünü coğrafi sınırlama koşuluyla vermeyi öngörmüş. Benzer bir çekince hala da devam ediyor. Bu anlamda Türkiye’nin reflekslerini anlamak lazım. Şunu da biliyoruz ki Türkiye’nin bugün Türkiye’de bulunan Suriyeliler başta olmak üzere bütün mülteci grupları üzerinden ‘acaba Cenevre Sözleşmesi’ndeki çekinceyi kaldırsam mı’ diye bir siyasi gündemi de asla yok. Bunun orta ya da uzun vadede olabileceğini de pek zannetmiyorum.

 

‘Keşke Türkiye’nin coğrafi sınırı olmasaydı ve bu gruplar da uluslararası hukuktan doğan bu haklardan yararlanabilselerdi’ diyorum ancak şunun da altını çizmek lazım. Bugün bu sınırlama kaldırılsa, Türkiye’deki bütün Suriyeliler haliyle bu hakka erişse, bugün Türkiye’de toplumsal uyum, toplumsal kabul dediğimiz sorun tamamen çözülecek mi? Bunu söylemek çok ütopik olur. Çünkü biz burada kitlesel bir göçten, 4.5-5 milyondan bahsediyoruz. Bugün eğer Türk toplumu içerisinde Suriyeliler veya diğer mültecilere karşı bir tepki gelişiyorsa bu onların statülerinden veya statüsüzlüğünden kaynaklı bir tepki değil. Sokağa çıkıp Türk vatandaşlarına soralım, Suriyelileri farklı farklı isimlendiriyorlar daha doğrusu etiketliyorlar. Aslında, hukuken onların hangi statüde olduklarının çok bir önemi yok toplum nezdinde. O nedenle sosyal uyum konusunda mülteci statüsünün sağlanmış olması, toplumdaki dengeleri değiştirmek bakımından çok da hayati olmayacaktı. Olsa iyi olurdu ancak mülteci politikaları açısından Türkiye‘de neler yapılabileceği sorulduğunda, sadece bu coğrafi çekinceye atıfta bulunan yorumların tek başına bir şey ifade ettiğini düşünmüyorum.

 

Elbette ki mülteci statüsünün hukuki anlamda Türkiye’deki Suriyelilere sağlayacağı çok daha farklı şeyler var. Bir kere bizim için şu an Türkiye‘de Suriyeliler hukuken geçici koruma statüsünde. Adı bir kere geçicilik üzerinden konulmuş bir statü ile Türkiye’de Suriyelilerin uyumundan bahsetmek çok yerinde ve gerçekçi değil. Her şeyden önce bunun değişmesi, bu algının değişmesi bakımından da ‘mülteciyse mülteci’ diyerek başlamakta fayda görüyorum. Bunun aslında hem devletin elini rahatlatacağını hem de toplumdaki uyum politikaları açısından dengeyi değiştirebileceğini düşünüyorum.

 

Tabii ki temel haklar bakımından bugün Geçici Koruma statüsünde de olsa sağlık, eğitim ve çalışma şartları itibarıyla Suriyelilere çokça imkan sağlanıyor. Ancak bunların hepsinin geçici olma ve bir gün kendi ülkelerine geri döneceği gerçeği üzerinden kodlanmış, ayarlanmış, kurulmuş bir sistemin parçası olduğunu biliyoruz. Mülteci statüsü verildiği zaman, temel haklar bakımından da çok daha sistemli, ayrıntılı, orta ve uzun vadeye yayılan, daha gerçekçi ve sağlıklı adımların da atılacağını da biliyoruz. O nedenle Cenevre Sözleşmesi’ndeki sınırlama hukuken mültecilere mülteci dememizi engelleyen önemli bir sınırlamadır. Keşke kaldırılsa ama bugün 4.5-5 milyon Suriyeli ve diğer mültecilere ev sahipliği yaparken konuştuğumuz bütün sorunlar bu statü verilirse çözülür mü? Hayır, asla çözülmez. Biraz daha gerçekçi olup bunun ötesinde yapılabileceklere bakmak lazım.

 

S. K. : Siz de Suriyelilerin geçicilik-kalıcılık mevzusuna değindiniz. İlk geldikleri dönemde Suriyelilerin çok kısa bir zaman içerisinde geri dönecekleri varsayılıyordu. Hatta dönemin Dışişleri Bakanı 100 bin kişinin psikolojik eşik olduğundan bahsediyordu. Dolayısıyla, ilk etapta kamp odaklı bir politika izlenmişti. Ama sizin de ilk başta söylediğiniz gibi, şu an geçici barınma merkezlerinde kalan kişi sayısı 63 bine kadar azaldı ve bu da gösteriyor ki 3.5 milyondan fazla Suriyeli aslında kentsel alanlarda ‘kent mültecileri’ olarak yaşıyorlar. Türkiye başından itibaren nasıl bir politika izledi? Bu kişilerin Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış olmaları kendi tercihleri mi? Kamp alanlarıyla kentsel alanlardaki yaşam koşullarını nasıl karşılaştırabiliriz? Kentsel alanlar neden daha cazip geliyor?

 

N. E. : Türkiye, bu göç akını ile ilk yüzleştiğinde “Açık Kapı Politikası” ile buna karşılık verdi. Yani maalesef sistemli bir yerleştirme de uygulan(a)madı. Yani sınır kapılarını açtı, giren herkes girdi. O kişilerin daha sonra nereye gidecekleri konusunda da bir yönlendirme ya da kısıtlama  da yapmadı. Tabii ki de insanlar bilmedikleri bir ülkede sağlıklı bir yerleşim yapamayacağı için ve sınır illerine yığın olacağı için de kamplar kuruldu ve o kamplarda bir süre yaşam mücadelesi verildi. Burada birkaç gruba ayrıldılar. Sınırdan girdiği anda ülkeyi tanımayan, sınır içerisinde hareketliliği kısıtlı olanlar Türkiye’nin açtığı kamplara yerleştiler.

 

Aralarından bazıları da Türkiye‘de daha öncesinde eğer tanıdık, akraba, bildikleri şehirler varsa bir şekilde o şehirlere yerleşmeye çalıştılar. Bir de mobilize olma kapasitesi, gücü olanlar içerisinde de en çok akla gelenlerden bir tanesi de çalışma/iş bulma konusu. Çünkü bütün mülteciler için öncelik ekmek parası kazanma ve bir şekilde hayatını idame ettirebilmek. Nerede iş bulabileceğine inanıyorsa oraya doğru bir göç oldu. Bugün İstanbul’un çok fazla Suriyeli hatta kayıtsıza ev sahipliği yapmasının temel sebebi de bu; metropol olmasının ötesinde, iş imkanları dolayısıyla cazip gözüken tarafının olması. Bursa bile bu anlamda önemli illerden bir tanesi. Sanayinin gelişmesi ve fabrikalarda iş imkanları bakımından cazip bir şehir. Yani kontrolsüz bir dağılım bu anlamda gerçekleşti. Aslında bir süre sonra bunun çok da iyi olmadığı Türkiye tarafından belli edildi çünkü bugün biz biliyoruz ki özellikle sınır illerinde şehrin nüfusuyla yarışacak ölçüde Suriyeliler mevcut. Örneğin, Kilis’te %80 oranında, Gaziantep’te, Şanlıurfa’da %20’lerin üzerinde, nüfusun oranı ile yarışan mülteci nüfusları var. Bunların tabii idare edilmesi çok da mümkün değil.

 

Artık gelmelerinin üzerinden 8-9 sene geçmiş ve gün geçtikçe kalıcılığın arttığı da görülüyor. Biz isteyelim ya da istemeyelim, Suriyeliler bir şekilde buradaki hayata tutunuyor. Çocukları okula gidiyor, bir şekilde kayıtsız da olsa çalışma hayatları var. Burada doğan çocuklar var, bugün beş yaşında, altı yaşında, yedi yaşındalar. Bunlar, neredeyse Suriye hakkında hiçbir fikri olmayan, Arapça bile bilmeyen çocuklar ve buradaki eğitim sisteminin parçası oldular. İnsanların bu kadar kolay yer değiştirmesi mümkün de değil. Böyle düşündüğünüz zaman da ciddi bir yerleşik hayat oluştuğunu söyleyebiliriz.

 

Türkiye aslında uyum politikalarının bir parçası olarak bir dönem kampların kapatılması yoluna da gitti. Yani 20’den fazla kamp varken bugün kamp sayıları üçlerde, beşlerde kaldı. Hatta kampta yaşayan mültecilerin de bu kamplardan çıkması için bazı teşvikler verildi, bunu biliyoruz. Şimdi böyle bir sistem olunca da artık %98’lere varan oranlarda kent mültecileri mevcut ve bunlar Türkiye’nin her bir yanına yayılmış durumdalar.

 

Tabii Türkiye bunun bir süre sonra dengesizliğinin farkına varınca, kontrol edilemez olduğunu da görünce ve en çok da kayıtsızların varlığı bir şekilde ortaya çıkınca yeni bir politika uyguladı. Ne yaptı? “İstanbul başta olmak üzere birçok ilde ciddi taramalar yapacağız. Kayıtsız olanları kendi kayıtlı oldukları illere geri göndereceğiz. Hiçbir yerde kaydı yoksa da geri gönderme merkezlerine yerleştireceğiz veya kamplara yerleştireceğiz” dedi. Bir yandan kamplar kapatılmak istenirken, bir yandan bu son düzenleme ve politikayla aslında kampları yeniden cazip hale gelebileceği bir durum da ortaya çıktı.

 

Belki virüs engeline takıldı ama bizim şu anda bildiğimiz İçişleri Bakanlığı’nca çok kapsamlı bir çalışma yapılıyor olduğu. Ama tekrar söylüyorum; biz insanlardan, çocuklardan, ailelerden bahsediyoruz. Evinizde bile bir çiçeğin yerini değiştirdiğiniz zaman güneş açısı değişiyor, gölgesi değişiyor, çiçek küsüyor ve açmıyor. Haliyle bu insanları bu kadar kolay mobilize etmek, bir yerden bir yere göndermek, orada yeniden yerleşim çok kolay bir şey değil. Yapılamaz mı? Yapılabilir ama farklı teşviklerle yapılması lazım. Tabii geçmişe dayalı dizimizi dövmenin pek bir anlamı yok ama keşke açık kapı politikası izlendiğinde en azından sistemli bir yerleşme bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yapılabilseydi. Şu anki en temel sıkıntılardan bir tanesinin bundan kaynaklandığını düşünüyorum.

 

Bir de sahada çalışırken gördüğümüz ilginç bir notu da eklemek lazım. İstanbul, Bursa gibi şehirler çalışma bakımından cazibe merkezi gibi görülüyor ve o nedenle burada çok fazla kayıtsız olduğunu söylüyoruz, tahmin ediyoruz. Tersi de var biliyor musunuz? Yani ben özellikle Hatay’da bu  çalışmaları yaptığım zaman, kaydı İstanbul’da olan ama Hatay’da çalışanlar da vardı. Çünkü bir süre sonra İstanbul gibi büyük metropollerde iş bulmanın da kolay olmadığı, iş bulunsa bile orada yaşam şartlarının daha zor ve hayatın pahalı olması insanları bu sefer farklı küçük şehirlere de itebiliyordu. Bu nedenle kaydı aslında başka bir metropolde olduğu halde küçük bir şehirde kayıtsız yaşayanlar vardı.

 

S. K. : Peki bu sorunun kaynağı ne?

 

N. E. : Onu da şöyle açıklayayım. Türkiye’de Suriyeliler ilk olarak gittikleri şehre kayıt olmak zorundadır ve o şehirde yaşamak zorundadır. Onun dışında başka bir şehre gittikleri zaman kayıtlarını istisnai sebepler dışında kolay kolay aldıramıyorlar ve o şehirde kayıtsız halde yaşıyorlar. Kayıtsız oldukları zamanda da sağlık hizmetleri, eğitim hizmetleri, temel hizmetlerin hepsinden mahrum kalmış oluyorlar. O nedenle bugün bir Suriyeli veya bir mülteci başka bir şehirde imkanlarının daha iyi olacağını düşünüyorsa ve bu sebeple o şehre göç ediyorsa, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nce bunu gerekçelendirebilecek haklı, somut verileri de yoksa -sağlık gerekçesi veya ailevi nedenler olabilir gibi-  kayıtsız bir şekilde o ilde hayatını devam ettirmeyi göze alıyor. Bu da aslında hem mülteci bakımından hem de devletin kontrolü bakımından riskli bir durum.

 

S. K. : Suriyelilerin Türkiye’deki kalıcılıklarının artmasıyla sizin de bahsettiğiniz uyum süreci de ön plana çıkıyor. Literatürde farklı terimler var; entegrasyon, uyum, toplumsal uyum, harmonizasyon deniliyor ama genel olarak aslında bunun çift taraflı olması gerektiğini varsayıyoruz. Siz bu kavramlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

N. E. : Tabii burada entegrasyon, uyum, toplumsal uyum veya çok kültürlülük, kültürlerarasılık dahil, hatta bunların en tehlikeli görüneni asimilasyon bile aslında bu anlamda ele alınması gereken bir kavram. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da, dünyada da çok fazla kavramlar kullanılıyor. Ancak literatürde bu kavramlar öyle çok net tanımlanabilir, sınırları kesin çizilebilir ve birbirinden çok net ayrıştırılabilir kavramlar değil. Yani entegrasyon, çokkültürlülük, kültürlerarasılık derken bile bunların birbiriyle örtüşen birçok noktası olduğunu görmek mümkün.

 

Bahsettiğim kavramlar içerisinde belki diğerlerinden kısmen ayrışanı, asimilasyon. Çünkü asimilasyonun artık çok negatif bir algısı da var ve hiçbir Batılı liberal toplum, devletin asimilasyon politikası uygulama niyeti olsa bile uyguladığını dile getirebilecek bir durumda değil. Çünkü asimilasyon; farklılıkların, azınlık grupların, göçmen ve mültecilerin kendi kültür ve kimliklerinin çoğunluk toplumu içerisinde tamamen erimesini, yok olmasını bekleyen dengesiz ve eşitsiz bir sistem öngörmekte. Bununla birlikte, bazen entegrasyon politikalarının da asimilasyoncu modele kaydığı uygulamaları görülmekte. Yani bıçak sırtı bir durum var. Hem kavramı kullananlar, hem de politika belirleyiciler bakımından iyi analiz edilmesi gereken bir konu.

 

Türkiye ne yaptı? Türkiye bunun bir uyum stratejisi olduğunu söyledi ve uyum stratejisi derken de çok net bir şekilde altını çizdi ve dedi ki biz bunun entegrasyon olduğunu asla kabul etmiyoruz. Bunu nasıl açıkladı? Çünkü dedi ki bizim anladığımız anlamda entegrasyon aslında bir asimilasyondur. Biz bu grupların asimile olmasına da karşı çıkıyoruz. Bu, devletin kendi ifadesi ama entegrasyon dediğimiz gerçekten bir asimilasyon mudur? Kötüye kullanılırsa tek taraflı ve çok hiyerarşik bir yapı üzerinden düşünülürse elbette asimilasyoncu bir yaklaşıma dönüşebilir ama bugün ‘integration’ dediğimiz entegrasyon Avrupa’da da çok kullanılan bir tabir ve aslında Türkiye’nin uyum üzerinden geliştirdiği modele çok da benziyor. Ben o nedenle devletin siyaseten entegrasyon tanımını kullanmasını başka türlü yorumluyorum. Çünkü entegre edeceğinizi söylediğiniz anda Suriyelilerin geri dönmeyeceğini ve kalıcılıklarının da artacağını söylemiş oluyorsunuz dolaylı olarak. Bunun toplumdaki yansıması pek iç açıcı olmayabilir.

 

Bugün uyum ve uyumlaştırma politikaları denildiği halde Türk toplumunda ciddi bir reaksiyon almak mümkün. Suriyeliler gitmeyecek mi diye sorular geliyor veya uyum politikalarını destekleyen gerek akademi, gerek STK’lar, gerek devletten bunu dillendirenler ‘ne yani siz kalsınlar mı istiyorsunuz’ şeklinde eleştirilere maruz kalıyor. O nedenle bir de bunun adını entegrasyon koyup daha gözle görünür bir şekilde bu Suriyelilerin kalıcılığını işaret etmek toplumdan ciddi bir reaksiyon alırdı. Ben uyum kelimesinin tercih edilmesini biraz daha böyle okuyorum çünkü biraz daha yumuşak bir kavram. Yani “uyumlaşalım bir arada olalım zaten bir gün dönecekler ülkelerine” etkisi yaratıyor ilk anlamda.

 

Bütün bu modellere bakılırsa aslında hepsi bir arada yaşamanın formülü. “Göçmen ve mültecilerin kalıcılığının arttığı toplumlarla nasıl sağlıklı ve huzurlu bir şekilde bir arada yaşayabiliriz?” sorusunun cevabı uyumla, entegrasyonla, asimilasyonla, çok kültürlülükle vs. verilebiliyor.

 

S. K. : Peki Türkiye’nin mevcut bir uyum stratejisi var mı? Artık 8-9 yıl oldu, sizce nasıl bir yol izlenmeli bundan sonraki süreç için?

 

N. E. : Türkiye’nin kendi ifade ettiği biçimde bir uyum stratejisi var. Peki bu uyum stratejisi, kamuoyuyla bütün aşamalarıyla paylaşılan veya biz akademisyenlerin de çok net satır satır bildiği bir uyum stratejisi mi? Hayır. Çok basit bir araştırma yaptığınız zaman karşınıza evet uyum stratejisi budur diye çıkabilen bir şey mi? Bunun muhakkak ki çok daha kapsamlı bir strateji olması ve kamuoyunun bütün aktörleri ile şeffaf bir şekilde paylaşılması gerektiğini düşünüyorum.

 

Geçtiğimiz 2019 yılı Türkiye’de Hükümet tarafından ‘uyum yılı’ ilan edildi. İçişleri Bakanlığı, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü başta olmak üzere sayısız faaliyet yapıldı. Türkiye’nin böyle bir çabası olduğu açık ama burada çaba ve niyetten ziyade ciddi bir strateji planlaması olması lazım. Eğitimde, sağlıkta, çalışma hayatı ile ilgili adımlarda, kültürel yakınlaşmada neler yapılabileceğinin satır satır, bölge bölge planlanması gerekiyor. Tek başına bir uyum stratejisini de Türkiye’nin tüm illerine, ilçelerine uyarlayabilmek de mümkün değildir. Yerel entegrasyon, yerel politika burada çok önemli bir hale geliyor. Bunun bile belirlenebilmesi için öncelikle ulusal düzeyde kapsamlı strateji planının belirlenmesi lazım. Bunun ciddi bir zaman alacağı da açık. Ardından da bunun bütün aktörlerle paylaştırılması ve paylaştıktan sonra da yerel düzeyde her bölgenin, her belediyenin bu stratejiyi nasıl uyarlayabileceğinin belirlenmesi lazım. Bu konuda nispeten bir eksiklik var. En azından kamuoyuyla paylaşılmayan ciddi bir eksik var gibi gözüküyor.

 

S. K. : Dediğiniz gibi uyum sürecinde aslında çok farklı aktörlerin de yer alması gerekiyor. Sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, belediyeler bu süreçte aktif bir rol oynarsa belki bu süreç daha da kolaylaşabilir. Bu hususta merkezi ve yerel yönetim olarak uyum sürecindeki aktörleri ayırabilir miyiz? Özellikle yerel yönetimlerde belediyelerin daha aktif rol oynayabileceğine inanıyor musunuz?

 

N. E. : Kesinlikle inanıyorum. Öncelikle şu çok açık ki bu küresel bir kriz. Ardından Türkiye özelinde ulusal bir sorun haline geldi ve biz gün geçtikçe görüyoruz ki bu aynı zamanda yerel bir sorun. Bunun birçok sebebi var.

 

Bugün bütün Suriyelileri, mültecileri Türkiye’nin dışında tutalım, Türkiye’nin 81 vilayetindeki yapı, doku, kültürel arka plan, ekonomik zenginlik aynı değil. 81 ilin ötesinde, bir şehirdeki belediyelerin hatta mahallelerin bile yapısı birbirinden farklı. O nedenle zaten tek tip bir uyum modelini tüm şehirlere, bütün belediyelere, bütün mahallelere uyarlamak çok mümkün değil.

 

Ayrıca, bahsettiğimiz gibi, Türkiye’ye Suriyeliler başta olmak üzere mülteciler geldikten sonra birçok sınır ili dahil olmak üzere şehirlerde dengesiz bir dağılım oldu. O sebeple Kilis’te uyum modelini konuşacağınız durumla İstanbul’daki aynı şey değil. Gaziantep’in bir mahallesinde konuşacağınız durumla İstanbul’daki; Kadıköy’deki durumla Sultanbeyli’deki aynı değil. Bir tarafta Suriyeliler diye bir kavramı bilen Türkiye’deki sayılarını bilen ama ömründe bir Suriyeli bile görmeden hayatını geçiren insanlar da var. Bir tarafta da her gün Suriyelilerle, mültecilerle iç içe yaşayan insanlar var. Haliyle buradaki reaksiyonun ölçülmesi ve yerel uyum politikalarının geliştirilmesi oldukça önemli.

 

Türkiye açısından da bu bir yeni tecrübe, öğrenme süreci. Türkiye’nin daha öncesinde karşılaştığı böylesi büyük bir kriz yok ama bir şekilde krizi yöneterek çok ciddi adımlar atan ve bugün Avrupa içinde attığı adımlarla örnek teşkil eden belediyeler var. Gaziantep bu anlamda bir rol model oldu. İstanbul’da Sultanbeyli; Ankara’da Keçiören rol model oldular. Kilis’in apayrı çabası var. Urfa başlı başına harekete geçti. Bunun gibi onlarca belediye çok çaba sarf etti. Bunun dışında Türkiye Belediyeler Birliği, Marmara Belediyeler Birliği gibi önemli oluşumların çok ciddi stratejiler ortaya koyduğunu da gördük.

 

Bu çabaların yanında şunu da belirtmek gerekir ki belediyeler her ne kadar Suriyelilere ve mültecilere hizmet götürme noktasında iyi niyetli bir çaba gösterse de, özellikle belediyelerin bağlı olduğu mevzuatta bunu engelleyen bazı hükümler var. Birincisi, belediyelerin yasal olarak mültecilere hizmet verip veremeyeceği konusu. Çünkü belediye mevzuatı altındaki bir madde ‘vatandaşa hizmet esastır’ diyor dolaylı olarak. Eğer bu madde esas alınırsa, her bir belediyenin mülteciye hizmet götürmesi aslında mevzuata aykırı bir durum teşkil ediyor gibi yorumlanabiliyor bazı belediyelerce.  

 

Bir başka madde de hemşehrilik esasını öngörüyor. Eğer hemşehrilik esasını öngören maddeyi baz alırsanız da elbette ki Türkiye’de o belediye sınırları içerisinde bulunan Suriyelilere, mültecilere yardım götürebilirsiniz yorumu çıkıyor. Diğer bir maddede de ‘yoksul ve muhtaçlara hizmet etmek belediye için esastır’ diyor. Bu kategoriye mülteciler, Suriyeliler de girebiliyor. Yani aslında uygulamada mevzuatın mülteciler lehine ve belediyenin mültecilere hizmet götürmesi lehine yorumlanabilecek noktaları var ama bu çok yoruma açık bırakılmaması gereken bir konu. Zaten bazı belediyelerin bunu mülteci aleyhine kullandığına da çok şahit olduk. Mültecilere hizmet göndermeyeceğini ve hizmetleri keseceğine yönelik açıklamalarını da gördük.

 

Bunun netlik kazanması lazım. Bir belediyenin mültecilere hizmet götürme iradesini ortaya koyması durumunda karşılaştığı temel sorunlardan biri de bütçe. Çünkü belediyeler mevzuat gereği merkezi idareden bütçelerini alırken sınırları içerisindeki vatandaşların sayısı esasına göre alıyorlar. Haliyle bu bütçeden gelen pay bu mülteci nüfusları göz önünde bulundurulmadan, vatandaş sayısınca gelmeye devam ediyor. Bu durumda temel ihtiyaçların karşılanması bakımından veya bir mültecinin o şehre getirdiği külfeti, yükü taşıyabilmek adına hizmet vermek istediğinizde yeterli bütçeniz olmuyor. Bazı çalışkan ve vizyonlu diyebileceğimiz belediyeler buna kendilerince çözüm yaratmaya çalışıyorlar. STK’larla işbirliğine giderek, projeler geliştirerek, bazı fonlar bularak yapıyorlar bunu ama bunun bu kadar da zor olmaması gerekir. Bu anlamda da bazı düzenlemeler yapılması lazım.

 

Özetle, bu konu yereli çok ilgilendiren bir konu. O nedenle Türkiye açısından da aslında bir şeyi değiştirdi. Neyi değiştirdi? Yerel yönetimlerin ve belediyelerin ne kadar önemli olduğunu bu kriz yönetiminde ortaya çıkarttı. Bu vesileyle belki de öğrenilmesi gereken şeylerden biri de özellikle mevzuattan kaynaklı engellemeler üzerine,  belediyelerin ve yerel yönetimlerin hizmet bakımından

elini rahatlatabilecek yeni düzenlemeler yapabilmekten geçiyor. Çünkü bu tek başına bir uyum stratejisi ile merkezi idareden illerin tümüne, bütün mahallelere, bütün belediyelere eşit düzeyde ulaşabilecek şekilde yürütebilecek bir durum değil.

 

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki eğer ulusal bir strateji ortaya konulmazsa, belediyelerin de bunun ötesinde inisiyatif alması çok mümkün olmaz. O nedenle devletin her şeyden önce bir uyum politikasının olması gerekiyor. Burada yerel yönetimlerin ve belediyelerin rolünün vurgulanması gerekiyor. Belediyelere ve yerel yönetimlere bu uyum politikası ışığında, bunun garantisiyle, bunun referansıyla kendi stratejilerini ortaya koyabileceklerini bir alan yaratılması gerekiyor.

 

S. K. : Uyum sürecinde yerel yönetimlerin rollerindeki hukuki çerçeveyi çizdiniz; kapsam ve sınırlılıkları ile öneminden bahsettiniz. ‘Birlikte yaşam’ konusuyla devam etmek istiyorum. Suriyeliler, ilk geldikleri dönemlerde hem kültürel hem dini benzerlikler üzerinden olumlandı. ‘Din kardeşi’ olarak görüldü, ’ensar-muhacir’ benzetmesi gibi çeşitli yorumlar yapıldı. Öyle ya da böyle dokuz yıldır Türkiye ve Suriye toplumu birlikte yaşıyorlar. Peki Türkiye toplumunun geçtiğimiz yıllar boyunca Suriyelilere karşı olan algısı ya da Suriyelilerin Türklere karşı olan algısı değişti mi?

 

N. E. : Hükümet tarafından ilk başta daha çok olayın insani boyutu ele alındı. Düşünün ki bir savaş var ve bu savaşın mağduru olan insanlar; kadınlar ve çocuklar can havliyle evlerinden kaçıyorlar ve sığınacak yer arıyorlar. Üstelik bunlar sınırınıza dayanmış durumdalar. Coğrafya kader midir, değil midir diye tartışılırken biz bunun ne kadar kader olduğunu yaşadık. Eğer sınırınızın hemen ötesinde böyle bir savaş varsa ve o sınıra milyonlarca insan dayanıyorsa sizin zaten burada yapabileceğiniz çok da bir şey kalmıyor. Bu drama birebir şahit oluyorsunuz çünkü.  

 

Bunun da ötesinde empati kurulabilecek bir durum da ortaya çıktı. Var olan kültürel, dini yakınlık ve benzerlik üzerine hükümet tarafından ‘ensar-muhacir’ söylemi de eklenince, başlarda toplum bunun farkına varamadan bir ön kabul gerçekleştirmiş oldu. Neden ilk başta bu çok büyük bir tansiyona sebep olmadı? Çünkü hem devlet hem de toplum bu krizin ne kadar büyüyebileceğini, sayının ne kadar artabileceğini ve Suriyelilerin ülkede ne kadar kalabileceğini tam anlamıyla öngörmemişti. Senin de az önce değindiğin üzere, Ahmet Davutoğlu, o dönem itibariyle ‘100 bin bizim psikolojik eşiğimizdir’ derken biz bugün 4-5 milyondan bahseder olduk. Şimdi ilk tabloya baktığımız zaman, elbette ki bu nispeten kontrol edilebilir, önlenebilir, toplum tarafından kabul edilebilir bir durumdu. Çünkü bir mağduriyet olduğuna dair bir durum ortaya çıkartıyor. Ama gerçek bu mu? Hayır. Çünkü bugün 4 milyona yakın Suriyeliden bahsediyoruz.

 

Hep söylediğimiz kayıtlı olmayanları veya Suriyeliler dışındaki mültecileri ve grupları da katarsak 4.5-5 milyon. Bu insanlar bütün kentlere dağılmış durumdalar ve özellikle sınır illerindeki mültecilerin yoğun yaşadığı yerlerdeki vatandaşlar her gün bu gruplarla birebir muhataplar. Böyle bir durumda baktığınız zaman, burada mevzu kültürel, dini yakınlık mı yoksa sayılar mıdır? Bugün 4 milyon canınızdan kanınızdan kardeşinizi getirip bu ülkeye koyun, yine bu sorunları yaşıyor olurdunuz ve yine bir süre sonra bir ayrışma, toplumda kabullenme sorunu ortaya çıkardı. O sebepledir ki ben burada şunu sormak istiyorum; zaman içerisinde değişen Suriyeliler midir ki onlara yönelik algı da değişmiş olsun? Daha önce benziyorduk da şimdi mi benzemiyoruz? Ben bunun çok doğru olmayacağını düşünüyorum. Burada değişen maalesef sayılardır. Sayılar arttıkça kabul ve tahammül düzeyi düşmektedir.

 

S. K. : Bu konuda yapılan çalışmalar varsa biraz bahsedebilir misiniz?

 

N. E. : Prof. Dr. Murat Erdoğan hocanın her yıl düzenli olarak yaptığı Suriyeliler Barometresi çok ilginç bir veri ve tespit ortaya koyuyor. Özellikle sınır illerinde ‘kültürel yakınlık var mı yok mu’ sorusuna, ‘biz Suriyelilere hiç benzemiyoruz’ yani ‘kültürel yakınlığımız yok’ cevabının geldiğini görüyoruz. Aslına bakarsanız tam aksine sınır illerinde çok daha iyi bir kaynaşma olması beklenir sosyolojik anlamda. Bugün Hatay’da belki nüfusun büyük bir bölümü Arapça bile konuşuyor ve anlayabiliyor. O yakınlığın İstanbul’la, Bursa’yla, Çanakkale’yle, Ankara’yla kıyaslandığı zaman en azından daha çok olduğunun görülmesi gerekir. Ama bu artan nüfus ve orada o illere olan bu maliyet artık toplumda bir öteleme meydana getirdiği için zaten bir benzerlik varsa bile böyle bir gerçekliğin anlaşılan o ki yerel halk tarafından görülmesi istenmiyor. O nedenledir ki sınır illerinde aslında yakınlaşmanın veya kültürel benzerliğin fazla olması beklenirken tam tersi Suriyelilere yönelik tepkinin artması tam da bu tahammül düzeyinin düşmesi, sayının fazla olması ile açıklanabilir.

 

Tabii burada ne bütün Suriyelilerin, mültecilerin birer melek gibi gösterilmesi ne de hepsinin tehdit olarak gösterilmesi doğru. Düşünün ki o bölgede yaşayan insanlar birkaç Suriyeli tarafından gerçekleştirilmiş olumsuz vakayla karşılaşıyor. Hemen bir genelleme yapıp bütün Suriyelilerin, mültecilerin öyle olduğunu söylüyor arka planına bakmadan. Halbuki, o Suriyeliyle ilgili ortaya atılan iddia ve o Suriyelinin topluma yarattığı maliyet, verdiği zarar her neyse, aynı şekilde bir Türk vatandaşı tarafından da çoğu zaman yapılabiliyor. Ama dediğim gibi, bir toplum diğerleriyle ne kadar iç içe geçiyorsa orada tahammül düzeyi çok düşer ki sayının fazla olması da bunda etkili. O nedenle kültürel benzerlik belki ilk başta işe yaradı ama bu saatten sonra bu dil çok oturabilecek bir dil değil.

 

S. K. : Dediğiniz gibi aslında değişen Suriyeliler değil, zamanla yükselen sayıları ve kalıcılıkların artmış olması. Toplumun bakış açısının yanında, bir de siyasal söylemler var. Egemen politik söylemler bu süreçte değişti mi? Özellikle, seçim dönemlerinde Suriyelilerden daha fazla bahsedildiğini görüyoruz. Oy kullanacaklarına dair vs. gerçek dışı haberlerin çok fazla çıktığını görüyoruz. Bu konudaki gözlemlerinizi paylaşabilir misiniz?

 

N. E. Bu konu aslında biraz ‘hot potato’ ve kolay bir konu değil. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın diğer birçok ülkesinde de “mülteci” konusuna bakış mevcut hükümetleri etkilemiştir. Yani siyasi riskleri olan bir konudur. Türkiye’de de özellikle seçim dönemlerinde, ki son yerel seçimlerde de gördük, adayların çekinceyle yaklaştıkları ve konuştukları bir konu oldu mülteci konusu. Toplumda artan mülteci karşıtlığını gören bazı belediye başkan adaylarının, oy kaygısıyla, Suriyelileri ülkeden gönderme üzerine söylemler ve hatta onlara yapılan yardımları/hizmetleri kısıtlamak gibi eylemlerde bulunduklarını maalesef izledik. Tabii mülteci konusunun bu anlamda siyasetin malzemesi yapılması ve araçsallaştırılması, siyaseten kazandırıyor gibi görünse de, vicdanen ve insani boyutta kaybettiren, gerçeklikten bizi uzaklaştıran bir durum ortaya çıkarıyor olması bakımında üzücü.

 

S. K. : Bu meselenin bir de çok fazla tartışılan vatandaşlık boyutu var. Türkiye‘de bu zamana kadar kaç Suriyeli vatandaşlık kazandı? Dilden dile en fazla yayılan konulardan biri de toplu vatandaşlık verilmesi. Neden toplumda böyle bir algı oluştu sizce? Böyle bir şey mümkün mü?

 

N. E. : Vatandaşlık konusu önemli. Yine veriler üzerinden konuşacak olursak, Aralık 2019 itibariyle Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı rakamlara göre Türk vatandaşlığına geçen Suriyeli sayısı 110 bin. Mart sonu rakamlarına baktığımızda Geçici Koruma statüsünde 3 milyon 587 bin civarında, yani 3.5 milyon Suriyeli var Türkiye’de. Tabii bu sayı kayıtlı olanlar. Resmi kayıtlı olanlar üzerinden konuşmak daha doğru. ‘Suriyelilere otomatik vatandaşlık veriliyor. Suriyelilerin hepsi vatandaş oldu’ söyleminin sadece bu resmi rakam üzerinden bakıldığında bile gerçekle örtüşmediğini görmek mümkün. Yani, dokuzuncu yılda 110 bin. Halbuki 3.5 milyona yakın mülteciden bahsediyoruz.

 

Peki neden böyle bir algı oldu? Benim onunla ilgili birkaç tespitim ve yorumum var. Cumhurbaşkanı, ‘Suriyeli kardeşlerimize vatandaşlık imkanı verileceğine’ dair bir açıklama yapmıştı. Bunun aslında İçişleri Bakanlığı ile koordineli bir şekilde düzenlendiğini de ifade etti. Ama basına ‘Suriyeliler vatandaş oluyor’ şeklinde yansıdı ve biraz çarpıtıldı. Haliyle toplumda da o zaman hepsi vatandaş olacak, herhangi bir özel şarta bakılmayacak şeklinde algılandı.

 

Toplumun algısını şekillendiren diğer bir konu da kayıt altına alınan mültecilere verilen kimlik kartı. Nasıl ki bizim Türkiye  Cumhuriyeti vatandaşı olarak bir kimlik kartımız var, Suriyelilerin de bir kimlik kartı var. Hatta bu kartlarda da geçici koruma statüsü sebebiyle 99’la başlayan bir kimlik numarası var. Şimdi ben bir Türk vatandaşı olarak bu konuyu çok detaylı bilmediğimi düşündüğümde, sokakta karşılaştığım bir mülteciyle bir araya geldiğimde eğer ki onun cebinde böyle bir kimlik kartı görüyorsam, hatta orada bir kimlik numarası görüyorsam, o kişinin vatandaşlık aldığına dair izlenimim artar. En azından bizim toplumumuzda böyle algılanması mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bunlarla birlikte böyle bir yanılgı var.

 

Halbuki Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, çok defa Suriyelilere doğrudan vatandaşlık verilmediğini söyledi ve Türk vatandaşlığı kazanılmasının şartlarını da Türk Vatandaşlık Kanunu’nda belirtildiğini açıkladı. Suriyeliler bakımından ise, vatandaşlık konusu, kanunun “istisnai vatandaşlık” maddesi kapsamında ele alınıyor. Bu da Suriyeliler dahil olmak üzere, diğer mülteci grupların Türk vatandaşlığına geçmesi için yine Türk Vatandaşlık Kanunu’nun esas alındığını belirtiyor.

 

S. K. : Bununla birlikte bir de Türkiye’de doğan Suriyeli çocuklar var. Son dokuz yılda kaç Suriyeli çocuk dünyaya geldi? Statüleri ve gelecekleri hakkındaki yorumunuz nedir?

 

N. E. : Yeni doğan çocuklar konusu oldukça önemli. Yine sahada çalışma yapan hocalardan edindiklerimiz olsun, Suriyeliler Barometresi olsun bu anlamda önemli referans kaynakları. Çünkü daha çok veri sağlıyor. Günde 450’ye yakın Suriyeli bebeğin doğduğunun verisi var. Yani doğum oranı Suriyelilerde oldukça yüksek. Bu önemli bir konu özellikle Suriyelilerin burada kalıcılığını konuştuğumuz bu dönemde, yani ‘gidecekler mi dönecekler mi ‘sorgusunu yaparken bu konunun önemli olduğunu düşünüyorum. Burada doğan bebekler önümüzdeki 3-5-10 yıl içerisinde, Suriye’deki savaşın da çözüme kavuşturulamayacağını düşündüğümüzde burada kalmaya devam edecekler. Burada okuyacaklar, burada büyüyecekler ve burada yetişen çocukların da daha sonra hiçbir fikri olmadığı ülkelerine dönmelerinin ne kadar mümkün olacağını biraz düşünelim. Buradan çok mümkün olmayacağını da görmek mümkün.

 

Doğum oranının yüksek olması tek başına sosyolojik bir durum ortaya koymuyor. Senin de sorduğun soruda olduğu gibi, bunların statüsü ne? Bunlar aslında şu anda de-facto vatansız dediğimiz bir durumdalar. Çünkü Türk vatandaşlığının  doğumla kazanılabilmesi için soy bağı esası var, yani Türk anne veya babadan ancak doğum yoluyla vatandaşlık alınabiliyor. Annesi veya babasının Türk vatandaşlığı yoksa çocuğun Türkiye‘de doğmuş olması, yani toprak esasına dayalı vatandaşlık Türkiye açısından mümkün değil. Haliyle bu Suriyeli çocuklar da anne babaları Suriyeliyse ve Türk vatandaşlığı yoksa bir kere Türkiye’de doğsalar bile, doğum yeri Türkiye olsa bile, otomatik olarak Türk vatandaşı olamıyorlar. Aslında bu çocuklar Suriye vatandaşı ancak Suriye’de hükümetin bu konuda bir işlem yürütmesi bugün mümkün olmadığı için bu çocukların de facto vatansız olduğu bir durum ortaya çıkıyor.  Bu konuda kapsamlı bir düzenleme yapılması esas.

 

Bir yabancının, ev sahibi ülkede başına gelecek en kötü şey statüsünün ne olduğunu bilmemesidir. Bu aynı zamanda ev sahibi toplum açısından da enteresan bir durumdur çünkü statünüz üzerinden hem haklarınız hem de yükümlülükleriniz oluşur. Bu, devlet güvenliği açısından da toplum refahı açısından da ve ülkenizde bulunan yabancıların insan hakları bakımından temel hak ve özgürlüklere erişebilmesi bakımından da oldukça önemli bir konu.

 

S. K. : Son olarak geri dönüş meselesine değinmek istiyorum. Bu da çok merak edilen ve belirsiz bir konu. Geri dönüş hangi şartlar oluştuğunda olabilir? Bunun aşamalarını ne şekilde olmalı? Suriyelilerin kalıcılığının artmasıyla beraber geri dönüş motivasyonları değişmiş midir? Bu konuyu biraz açabilir misiniz?

 

N. E. : Öncelikle sosyolojik bir gerçeklik var. Biz bunu bütün dünyada özellikle son dönemin en çok göç alan kıtası olan Avrupa’da da gördük. Bu da bize şunu söylüyor; göçmen ve mülteci gruplar için anavatana dönüş oranı hiçbir zaman çok yüksek olmuyor. Hele ki bunlar mülteci ise yani ülkelerinden zaten zorunlu sebeplerle kaçmak zorunda kalanlarsa, bu kişilerin ülkelerine dönme motivasyonları daha da düşük oluyor. Suriye’de bunun bir örneğini gördüğümüz gibi ülkedeki bir iç savaş nedeniyle üzerlerine bomba yağdığı için, ülke paramparça olduğu için kaçmak zorunda kaldılar. O nedenledir ki Türkiye’de de Suriyelilerin dokuz yıldan sonra geri dönme ihtimallerinin düşük olduğunu ortaya koymak lazım. Bunu söylemek “inşallah Suriyeliler Türkiye’de kalır” veya “iyi ki Türkiye’deler”  demek değil. Bunu söylemek gerçeklik ile yüz yüze bakıp ‘peki ne yapabiliriz’ sorusuna cevap aramaktır.

 

2011’den bu yana Türkiye’ye Suriyeliler geliyor. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün verilerine bakıldığında, Aralık sonu itibariyle 369 bin kadar geri dönen olmuş. 3.5 milyon kayıtlıyı düşündüğümüzde, dokuz sene sonunda gönüllü geri dönen oranı oldukça düşük. Türkiye’deki şartlardan memnun olmayan, ülkesinde bir şekilde yeniden hayatını idame ettirmek isteyen, bazı psikolojik iniş çıkışlarla ‘ne olursa olsun Suriye'ye geri döneceğim’ diyen insanlar bunlar.

 

Peki bu dönen insanlar içerisinde Suriye’deki tablonun değişmediğini görüp yeniden bir umut Türkiye gelenler var mı? Aslına bakılırsa var. Peki bu gönüllü geri dönenler, tekrar Türkiye’ye döndükleri zaman bu sefer resmi yolla, düzenli yolla geri dönebiliyorlar mı? Hayır. Çünkü bu kapı onlara kapalı.

 

Haliyle bu resmi rakam içerisinde acaba bu süreç içerisinde düzensiz yolla yeniden Türkiye’ye gelenler var mı? İşte bu da bir soru işareti. Yani bu rakamda da bu anlamda bir oynama olabilir. Şimdi peki burada ne yapılabilir? Burada aslında çok mucize aramamak lazım veya bir ilham gelmesini beklememek lazım ne yapılabileceği noktasında. Çünkü Birleşmiş Milletler dahil olmak üzere mültecilere yönelik devlet tarafından atılabilecek adımlar çeşitli gruplandırmalara ayrılmış.

 

Biri, gönüllü geri dönüşün teşvik edilmesi yani ev sahibi devlet ülkesinde bulunan mültecileri, gönüllü olarak geldikleri ülkeye geri göndermek için teşvik edebilir. Bunu normalde kaynak ülke, yani kişilerin geldiği ülkede, altyapı çalışmalarının güçlenmesine destek vermek gibi bir imkanı da olabilir. Suriye’de durumun düzelmesi, Suriye’nin kalkınması, Suriye’de altyapının yeniden kurulabilmesi için Türkiye bir yatırım yaparsa, bir mücadele verirse Suriye’yi dönülebilecek güvenli bir ülke haline getirirse gönüllü geri dönüşü teşvik edebilir. Zaten bugün Suriye'ye müdahalede de aslında nispeten bunun amaçlandığını aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Bununla birlikte bazı ülkeler geri dönüş için teşviklerde, yani maddi yardımlarda bulunurlar. Fransa bir dönem bunu Romanları ülkeden çıkartmak için yaptı, komik meblağlar sundu. O aslında çok ayrımcı bir politikaydı ama bu da bir yöntem olabilir.

 

Bir de şu an Türkiye'nin konuştuğu ‘güvenli bir bölge’ oluşturulması durumunda Suriyeliler başta olmak üzere bu mülteci grupların güvenli bölgeye yerleştirilmesi söz konusu olabilir. Tabii bu durumda güvenli bölge kimin kontrolünde olacak ve nereye kurulacak meselesi var. Çünkü Birleşmiş Milletlerin bu konuda sınırlamaları var. Güvenli bölgenin çatışma alanlarından belli bir uzaklıkta olması isteniyor ama bizim sınırlarımız çok iç içe geçmiş durumda. Yani hem bunu nispeten Türkiye sınırının ötesinde tutan hem de çatışma alanından uzakta tutan kontrollü, gerçekten güvenli bir bölge oluşturabilir mi ve Suriyeliler buranın gerçekten güvenli olduğunu inanıp giderler mi, burası da tartışma konusu. Ama bir devlet bu bahsettiğim yöntemlerle gönüllü geri dönüşü teşvik eden bir politika izleyebilir.

 

Birleşmiş Milletlerin öngörmüş olduğu bir diğer adım da üçüncü ülkeye yerleştirme. Suriyeliler belki Türkiye'yi transit ülke olarak kullanmak istiyorlardı yani Türkiye’ye yerleşme hedefiyle gelmemişlerdi, Avrupa’ya gitmek istiyorlardı. Bu kişiler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin önderliğinde üçüncü ülkeye yerleştirilmek için başvuruda bulunabilirler. Bunun da tabii şartları var.

 

Dosya üzerinden incelemeler yapılıyor, her başvuranın muhakkak üçüncü ülkeye yerleştirildiği bir durum söz konusu değil ama yine de mümkün. Bir devlet aynı zamanda bunu da kontrol ederek aslında ülkesinde bulunan mültecilerle ilgili bir çözüm yoluna gitmiş olabiliyor.

 

Yine buna paralel olarak da bahsettiğimiz uyum politikalarını çok gecikmeden başlatarak; eğitim, sağlık, kültürel uyum veya çalışma hayatına dahil olma, ekonomik entegrasyon gibi noktalarda bu uyumları sağlaması mümkün olabilir. Yani devlet üç koldan, bu üç sacayağını da devreye sokarak hareket edebilir. Tabii burada uyum ile ilgili şöyle bir endişe oluyor: ‘Uyum politikaları izlenirse Suriyeliler zaten bir süre sonra dönmez’. Şimdi böyle söylediğiniz zaman kulağa mantıklı geliyor ama bunun gerçekçi olmayan bir tarafı var. Uyum politikalarını uygulamadığımızı düşünelim. Suriyelilerin bu sosyolojik gerçeklikle bakın dokuz yılın sonunda dönenleri yüz binlerle konuşuyoruz. Savaşın devam ettiğinin farkındayız. Suriye’de değişen neredeyse hiçbir şey yok.

 

Bunun üzerine bir 10-15 sene daha koyalım. Burada doğan çocuk oranlarını verdik, bu çocuklar 18-20 yaşlarına gelecekler, Türkiye‘de birer yetişkin olacaklar, Türkiye‘de okumuş olacaklar, Arapça bilmeyecekler, Suriye’yi bilmeyecekler. Gönüllü olarak geri dönme hevesi olsa bile bir mültecinin, kendi ülkesinde yaşamını devam ettirmek, ölecekse bile kendi ülkesinde ölmek gibi duygusal refleksleri olsa bile bunun sosyolojik anlamda gerçeklikle uyuşmadığını zaman içinde daha çok göreceğiz.

 

Peki bu durumda ‘bir gün zaten dönerler’ diye uyum politikalarını izlemeyip bu mültecileri kendi halinde bırakırsak on sene sonra alacağımız risk ve maliyet ne olacak? Çünkü Avrupa bu hataya düştü. 1960-70’lerde gönüllü (işçi) göçmen alımı yaptı. Avrupa ekonomisini güçlendirme amacıyla başta Türkiye olmak üzere üçüncü dünya ülkeleri ile işçi anlaşmaları imzalandı ve çok ciddi göç aldı. Ve onlar da aynı şekilde bu göçmenlerin Avrupa’da bir şekilde çalışıp ekonomiyi kalkındırıp bir süre sonra da ülkelerine geri dönmesini öngördü. O nedenle sistemli bir entegrasyon politikası uygulamadı. Ne zaman ki o göçmen işçilerin dönmediği, orada kaldığı, aksine aile birleşimleri ile ailelerini de oraya getirdiği ve orada yerleşik olma çabası içerisinde oldukları görüldü, o zaman üzerinden 10-20-30 sene geçtikten sonra baktı ki bir gettolaşma var o zaman Avrupa şapkasını önüne koydu ve entegrasyonu tartışmaya açtı. Toplumla uyumlaşamayan kesimler hem devlet açısından hem de toplumun geri kalanı açısından daha tehdit edici ayrışmalara sebep oluyor; toplum içerisinde ırkçılık baş gösteriyor, ötekileştirmeler başlıyor. Bunu da iyi görmek lazım.

 

Yani ‘bir gün zaten geri dönerler’ üzerinden uyum politikası geliştirmemenin riski ve maliyeti; orta vadede ortaya çıktığı zaman telafi edilmesi çok daha güç sonuçlar doğurabilir. Uyum politikası yaptığınız zaman, gönüllü teşviki de bir şekilde paralelinde desteklerseniz, elbette dönenler olacaktır ama en azından kalanlar üzerinden de huzur içerisinde ve barış içerisinde bir arada yaşayan bir toplum oluşturmuş olacaksınız.

 

Genellikle ne kadar kişinin döneceği üzerinden çok böyle ütopik tahminler yapılıyor veya insanlar bir umutla bunu soruyor. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünmüyorum. 4 milyonun içerisinden 3.5 milyona yakınının geri döndüğünü, 500 bin kişinin kaldığını düşünelim mesela, bu sayıyı makul bulup uyum politikası izlemezseniz o grubun potansiyelini küçümsemiş olursunuz. Bugün Avrupa'da da çatışma yaratan, ayaklanmalara sebep olan, toplumda zaman zaman huzursuzluk yaratan göçmen grupları veya mülteci gruplarını milyonlarla zikretmiyor. Entegre olamamış toplum her zaman için bir endişe yaratır ve bunun sayıca ne kadar olduğu da çok önemli değildir.

 

Uyumlaştırılamamış her bir bireyin ötekileştirildiği bir toplumda aslında daha hırçın, daha agresif, o topluma daha muhalif olabilecek ve bunun toplum içinde çatışmalara sebep olabilecek bir durumun ortaya çıkabileceğini ön görmek lazım. O nedenle uyum politikalarını güvenlikçi bir bakış açısıyla da ele almak lazım.

 

Tabii böyle düşünüp sadece bütün mültecileri olası tehdit olarak algılamak da çok yanlış. Her bir mülteci ve göçmen beraberinde bir kapasite taşır. Onların her şeyden önce birey olduğunu da unutmamak gerekir. O yüzden orta ya da uzun vadede uyum politikalarını gerçekleştirdiğiniz zaman, ülkenizde tam tersi o mültecilerin ve göçmenlerin kapasitelerini kullanacağınız, onları topluma uyumlaştırdığınız ve haliyle sürdürülebilir bir kalkınma hedefinin parçası haline getirebileceğiz bir durum yaratmanız mümkündür. Bu nedenle uyum politikalarıyla bundan 10-15 sene sonra karşılaşabileceğimiz riskleri ortadan kaldırarak, bir arada  yaşamın temellerini şimdiden atabileceğimize inanıyorum.