Skip to main content
Oğuz Çelikkol

Opinion | Oğuz Çelikkol — Riyad, Abu Dabi, Doha Üçgeninde Tartışmalar ve Düşündürdükleri

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin, yanlarına bazı bölge ülkelerini de alarak Katar’a karşı geniş siyasi ve ekonomik yaptırımlar uygulayacaklarını açıklamalarının üzerinden tam 3 yıl geçti. Katar üzerinde fazla etkili olmadığı ve açık bir şekilde “başarısızlığa” uğradığının ortaya çıkmasına rağmen Riyad-Abu Dabi ikilisi bu yaptırımları aynen devam ettiriyor.

 

5 Haziran 2017 tarihinde Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Bahreyn bazı küçük bölge ülkeleriyle birlikle Katar’la siyasi ilişkilerini kestiklerini açıkladılar ve “terörizmi desteklediğini” iddia ettikleri bu ülkeye karşı ekonomik yaptırımlarla birlikle karadan, denizden ve havadan tam bir ambargo uygulamaya başladılar. Riyad ve Abu Dabi, Katar’dan yaptırım ve ambargoların kaldırılması için bazı şartları yerine getirmesini istediler.

 

Katar’a dayatılmak istenilen şartlar 13 maddelik bir ültimatom ile Doha’ya iletildi. Riyad ve Abu Dabi’nin Katar’ın yerine getirmesini istediği “şartlar” arasında Katar’ın Suudi ve Emirlik yönetimlerinin “zararlı” saydığı bazı örgüt ve kuruluşlara verdiği desteği tamamen kesmesi ve Al Jazeera’nın yayınlarına son vermesi bulunmaktaydı.

 

Riyad ve Abu Dabi, Katar’ın İran’la ilişkilerini en alt düzeye indirmesini de istemekteydi. Doha’ya verilen ültimatomda yer alan Katar’ın Türkiye ile askeri ilişkilerini kesmesi ve Katar’daki Türk askeri üssünü kapatması isteği özellikle dikkat çekmekte ve Suudi-Emirlik ikilisinin, bölgedeki Sünni-Şii bölünmesi yanında Sünni dünyası içindeki bölünmeyi de büyütmek ve açığa çıkartmak istediği izlenmekteydi.

 

Katar, egemenliğiyle uyuşmadığını vurguladığı bu 13 maddelik ültimatomu hemen reddetti ve Suudi Arabistan ile BAE’nin isteklerini yerine getirmeyeceğini açıkladı. Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar üzerinde oluşturmaya çalıştıkları siyasi ve ekonomik baskı esasen çok ağırdı. Ancak, Katar bu baskıdan kısa bir sürede Türkiye ve İran’ın yanında yer almasıyla önemli bir zarar almadan çıktı. Riyad ve Abu Dabi’nin isteğinin tam tersine geçen 3 sene içinde Katar’ın hem Türkiye hem de İran’la ilişkileri daha da arttı ve çeşitlendi.

 

Birçoklarına göre Riyad ve Abu Dabi’nin esas amacı Katar’da bir saray darbesi yapmak ve Katar yönetimini değiştirmekti. Neticede Riyad ve Abu Dabi yönetimleri, Katar’ı “yola getirme” amaçlarına da ulaşamadılar. Her ne kadar Doha ve Ankara tarafından doğrulanmasa da Doha’daki Saray darbesinin Katar’daki Türk askeri üssü tarafından engellendiği yönündeki haberler 2017 yılında basında yer aldı. Riyad ve Abu Dabi’nin Arap ve İslam Dünyasını, Katar-Türkiye ve İran karşısında kendi nüfuzları altında toplamak niyetleri de gerçekleşmedi. Ürdün gibi ülkeler daha sonra Riyad-Abu Dabi ikilisinden ayrılarak Katar’la siyasi ilişkilerini yeniden tesis ettiler.

 

Suudi Arabistan-BAE ikilisinin Katar kadar İran ve Türkiye’yi karşılarına alan girişimi, o zamana kadar oldukça başarılı bir örgüt olarak bilinen Körfez İşbirliği Konseyi (KİK)’nin de sonuçta fiilen bölünmesine yol açtı. KİK üyesi olan iki ülke (Kuveyt ve Umman) Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn ile birlikte hareket etmediler, hatta Kuveyt “iki taraf” arasında arabulucu olduğunu açıklayarak; Katar, İran ve Türkiye’yi karşısına almayan bir tutum içerisine girdi. Umman ise Katar ile ticaretini arttırarak Katar’ın Riyad-Abu Dabi yaptırım ve ambargolarından zararsız bir şekilde çıkmasına katkı sağladı.

 

Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar ve İran yanında Türkiye’yi de hedef alan politikalarının mimarlarının bu iki ülkeyi fiilen yöneten veliaht prensler Muhammed bin Selman ve Muhammed Zayid Nehyan olduğu bilinmektedir. ABD ve İsrail ile yakınlığı bilinen bu iki veliaht prensin 2017 yılında (uzun tarihi bir geçmişi olan) Katar’a karşı “düşmanlık” politikasını neden bu ölçüde açığa çıkarttıkları ve Katar’ı kolaylıkla “yola” getirebileceklerini düşündükleri doğal olarak merak konusudur.

 

Genel olarak yaygın olan inanç bu iki veliaht prensin Arap Baharına ve Arap Baharı arkasındaki düşünce yapısına başlangıçtan itibaren karşı oldukları, Arap halklarının daha fazla özgürlük, demokrasi, çoğulculuk ve yönetime katılma isteklerini kendi ülkelerindeki totaliter baskıcı aile rejimlerine bir tehdit olarak gördükleri yönündedir. Nitekim bu iki isim, Mısır’da Arap Baharının izlerinin silinmesi ve daha demokratik, halkın seçtiği bir rejime geçişin engellenmesi yönünde çalışmışlarıyla Sisi diktatörlük rejiminin kurulmasında (ABD ve İsrail ile birlikte) önemli bir rol oynamışlardır.

 

Prens Selman ve Prens Nehyan yönetimindeki Suudi Arabistan ve BAE’nin bütün arzusunun Arap Dünyası’nda Arap Baharı öncesine dönüşü sağlamak olduğu, Riyad ve Abu Dabi’nin bu yüzden Mısır’da Mübarek benzeri Sisi’yi, Libya’da Kaddafi benzeri Hafter’i desteklediği izlenmektedir. Riyad ve Abu Dabi’nin bütün Arap Dünyası’nda halkın seçtiği iktidarların yıkılarak tekrar askeri dikta rejimleri kurulmasına çalıştıklarına işaret edilmekte, bu yönde ABD içindeki bazı çevrelerden ve İsrail’den destek sağladıklarına inanılmaktadır.

 

Bu nedenle Trump Yönetimi’nin başlangıçta Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar’a karşı tutumunu desteklediği, ancak ABD kurumlarının harekete geçmesinden sonra Vaşington’un Riyad-Abu Dabi-Doha çatışmasında çok daha “ortada” bir tutum almaya çalıştığı görülmüştür. Başlangıçta Başkan Trump’ın aşırı bir şekilde Riyad’ın “yanında” bir tutum takınması, Trump ile Prens Selman arasındaki “yakın” bağlara dayandırılmış, (inanılması bile zor olmakla birlikte) Başkan Trump’ın Katar’daki büyük ABD hava üssünün BAE’de olduğunu “sandığı” bile basında yer almıştır.

 

Daha sonra ABD’nin, Suudi Arabistan ile BAE’nin Katar’a karşı yürüttükleri yaptırım ve ambargo politikasından rahatsız olmaya başladığı, özellikle Riyad ile Abu Dabi’nin Doha’yı İran’a itmesinden “rahatsız” olduğu izlenmeye başlamıştır. Trump Yönetimi’nin şimdi Suudi, Emirlikler ve Bahreyn hava sahalarının kapatılmasından sonra, Katar’dan ve Katar’a yönelik tüm hava trafiğini İran hava sahası üzerinden yapmak zorunda kalan Katar’ın bu nedenle İran’a geçiş ücreti ödemesini önlemek istediği ve (hava sahasını açması için) Riyad üzerinde baskı yaptığı yönünde haberler yayılmaktadır.

 

Vaşington Katar, Suudi Arabistan ve Bahreyn’de askeri üsler ve çok sayıda Amerikan askeri bulundurmakta, üç ülkeye de büyük meblağlarda silah satmaktadır. Başkan Trump’ın, başlangıçtaki amacı ne olursa olsun, Riyad-Abu Dabi-Doha çatışmasının uzamasından ve bu çatışmadan İran’ın “kârlı” çıkmasından memnun olmadığı açıktır. Geçen üç sene içinde Vaşington’un Riyad ile Doha’nın “arasının bulunması” yönünde “çalıştığı” yönünde gelen işaretler artmıştır.

 

Körfez’deki çatışmada bir başka Batılı ülke olan Fransa’nın tutumu özellikle dikkat çekmektedir. Fransa’nın BAE ile ilişkileri çok yakın olarak nitelendirilmektedir. Fransa, BAE’de askeri bir üs bulundurmakta ve bu ülkeye silah satmaktadır. Prens Nayed’in ülkesinin boyutlarını çok aşan “dış politikasının” arkasında Paris’in bulunduğu yönündeki işaretlerin arttığına, Paris’in Abu Dabi’nin Orta Doğu’da diktatörlük rejimlerinin kurulması veya desteklenmesi politikalarının arkasındaki “güç” olduğuna işaret edilmektedir. BAE’nin Fransa’dan satın aldığı silahların bir bölümünün Libya’da Hafter güçlerine gönderilmesi bu durumun bir işareti olarak değerlendirilmektedir. Esasında bakıldığında Libya’da Birleşmiş Milletler kararlarını ilk olarak yok sayan ülke BAE’dir. Batı ülkelerinin tepkisiz bakışları altında Abu Dabi Rusya, Fransa ve Çin başta olmak üzere birçok ülkeden satın aldığı silahları Libya’ya Hafter güçlerine Mısır üzerinden göndermiştir.

 

Libya’ya Silahlı İnsansız Hava Araçlarını (SİHA) ilk sokan ülke de BAE’dir. Abu Dabi Çin’den satın aldığı SİHA’ları Hafter’e devretmiş, böylece hava üstünlüğünü sağlayarak Hafter’in Libya’da Kaddafi benzeri bir rejim kurmasını sağlamaya çalışmıştır. Libya’ya ilk paralı askerleri sokan tarafın da BAE olması şaşırtıcı değildir. Hafter güçleri içinde yer alan başta Sudan olmak üzere birçok ülkeden getirilen paralı askerlerin ücretleri BAE tarafından karşılanmaktadır. 

 

Fransa’nın Arap Baharının ve Arap halklarının demokrasi, çoğulculuk ve yönetime katılma isteklerinin önlenmesi yönündeki Abu Dabi ve Riyad politikalarına bu ölçülerde açıkça arka çıkması, diktatörlük rejimlerinin yanında yer alması “şaşırtıcı” gelmekle beraber, çok da “çelişkili” değildir. Bu konudaki açıklama kısa bir süre önce İtalya yetkililerinden gelmiş, üst düzey İtalyan yetkililer Paris’i Afrika’da hala sömürgeci politikalar izlemek ve birçok Afrika ülkesindeki siyasi ve ekonomik sorunların baş “müsebbibi” olmakla suçlamışlardır.

 

Esasen bakıldığında Batılı ülkelerin çoğunluğunun artık Arap Dünyası ve Afrika’da halk yönetimlerini ve demokratikleşmeyi desteklemedikleri, insan haklarını bile sadece kendi politikalarını gerçekleştirmek ve dış politikada bu bölgelerdeki ülkelerden “istediklerini” elde etmek amacıyla bir baskı “aracı” olarak kullandıkları ortaya çıkmaktadır. Batılı ülkelerin çoğunun bu bölgelerde uluslararası terörle mücadelede bile “seçici” davrandıkları, terör örgütleri arasındaki farklı tutumlarının bu ülkeleri çarpıcı “çifte standartlara” ittiği görülmektedir.

 

İran kadar Suudi Arabistan ve BAE’nin tutumları da İslam Dünyasını yıkıcı bir Sünni-Şii bölünmesi içerisine sürüklemiştir. Katar’a karşı ilan edilmemiş bir savaş açarak ve bu savaşa Türkiye’yi de karıştırarak Selman-Nayed ikilisi bu bölünmeyi şimdi İslam Dünyası içinde Sünni-Sünni bölünmesine vardırmışlardır. Selman-Nayed ikilisinin siyasi İslam’dan çekinmeleri Riyad ve Abu Dabi’nin Orta Doğu ve İslam Dünyası içindeki bölünmeyi genişletmelerini ve yeni boyutlara taşımalarını tek başına açıklayamadığını düşünenler bulunmaktadır.

 

Gerçekten bakıldığında Arap Dünyası’nın içinde bulunduğu bugünkü durumdan 1950’lerden sonra Arap ülkelerinde tek tek askeri darbelerle iktidara gelen görünüşte Arap milliyetçisi iktidarlar sorumludur. Hafız Esad (Suriye), Saddam Hüseyin (Irak), Muammer Kaddafi (Libya), Enver Sadat (Mısır), Hüsnü Mübarek (Mısır), Abidin Bin Ali (Tunus) ve Ali Abdullah Salih (Yemen) gibi hepsi asker kökenli ve iktidara askeri darbe yoluyla gelen, ülkelerinde azınlık ve aile diktatörlükleri kuran liderler Arap ülkelerinde Arap Baharına giden gelişmeleri ortaya çıkartmışlardır.

 

Bu birbirine benzer ve aynı totaliter yöntemleri kullanan, askeri darbelerle yönetime gelen Arap diktatörlüklerine o dönemlerde Arap ülkelerinde en etkili muhalefet siyasi İslam’dan gelmiştir. Zaman zaman Batı zaman zaman başka dış güçlerce (Sovyetler Birliği ve Rusya) desteklenen bu Arap diktatörlükleri ülkeleri halkları üzerinde Arap Baharı’ndaki patlamalara yol açan baskıcı totaliter rejimleri oluşturmuşlardır.

 

22 Arap ülkesinin tümü nüfus yapısı, halklarının siyasi düzeyleri, siyasi ve ekonomik yapıları bakımından çok farklı bir tablo ortaya koymaktadır. Arap ülkeleri içinde başta Kuveyt, Ürdün, Umman, (Arap Baharından sonra) Tunus ve Cezayir siyasi İslam’ı başarılı bir şekilde siyasi sistemleri içerisine monte edebilmişlerdir. Bu çerçevede Selman-Nayed ikilisinin İslam Dünyası içinde yarattıkları bölünmeleri sadece kendi siyasi sistemlerini ve totaliter rejimlerini koruma içgüdüsü ile açıklamak zorlaşmaktadır.

 

BAE’nin nüfusu 1 milyonun biraz üzerindedir. Ülkede yaşayan 10 milyonun üzerindeki nüfusun %90’ının yabancı olduğu bilinmektedir. Petrol ve Dubai’nin başarılarıyla zenginleşen bir ülke olmasına rağmen üzerinde mutabakat hasıl olan husus 7 emirliğin birleşmesinden oluşan bu devletin gerek nüfus gerekse alan bakımından etkinliğinin son derece sınırlı kalacağıdır. Bu bakımdan Abu Dabi’nin kısa bir süre önce Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Mısır ve Fransa ile birlikte Doğu Akdeniz’le ilgili yayınladıkları Türkiye aleyhtarı bildiriye katılmasının, kendisinden kilometrelerce uzakta olan Libya’da Hafter diktatörlüğünü sağlamak için harcadığı siyasi ve mali kaynakların arkasındaki sebepler artık daha fazla araştırılmaktadır.

 

Riyad-Abu Dabi ve Doha üçgeninde İslam Dünyası içindeki yeni bir bölünmeyi açığa çıkartan ve körükleyen Suudi-Emirlikler tutumu devam etmektedir. Geçtiğimiz 3 yıl içinde Riyad ile Doha arasında ilişkileri tekrar “rayına” oturtmak amaçlı görüşmeler gerçekleşmiş, ancak Katar’a uygulanan siyasi ve ekonomik yaptırımlar ve ambargolar aynen devam etmiştir. İslam Dünyası içindeki bölünmelerin derinleşmekte olduğu, Riyad ve özellikle Abu Dabi’nin Arap Dünyasını “geçmişe”, yani diktatörlük rejimlerine döndürme ve Arap halklarının değişim isteklerini yok etme politikaları, son olarak Libya’da görüldüğü üzere dış destekli olarak devam etmektedir.

 

Yazar Hakkında

Dr. Oğuz Çelikkol, Emekli Büyükelçi ve İstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Görevlisi olup, “İçimizdeki Komşu Suriye”, “Dünden Bugüne Türk-Yunan İlişkilerine Bir Bakış”, “One Minute’tan Mavi Marmara’ya Türkiye-İsrail Çatışması” kitaplarının da yazarıdır.