Skip to main content
Oğuz Çelikkol

Opinion | Oğuz Çelikkol — Lübnan ve Orta Doğu'da Dengeler

Beyrut limanındaki ağır kayıplara yol açan patlama dikkatleri bir kez daha Lübnan üzerine çevirmiş gibi görünüyor. 1970’lerden bu yana çalkantılar içinde bulunan bu ülke bir süredir siyasi ve ekonomik krizin içinde. Bir yandan, siyasi düzene ve yaygın yolsuzluklara karşı halk direnişine dönüşen sokak gösterileri devam ediyordu.

Lübnan bugün de Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı 1947 yılında kurulan, ülke nüfusunun din ve mezhep odaklı bölünmesini esas alan siyasi bir sistem üzerinden yönetilmektedir. Ülkede siyasi bakımdan yetkili Cumhurbaşkanı Hristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı Şii Müslüman kesimden gelmekte; Hükümet, Meclis ve tüm bürokrasi de ülke nüfusundaki bu dini ve mezhepsel bölünmeleri yansıtan bir yapıda kurulmaktadır. 

“Confessionalism” adı verilen Fransa sömürgeciliğinden kalma bu sistemin Lübnan siyasi hayatındaki en büyük etkisi Lübnan’da bir ulus devlet kurulmasını ve Lübnan siyasi kimliğinin yaratılarak ön plana çıkartılmasını önlemesi olmuştur. Lübnanlılar bugün de kendilerini siyasi kimliklerinin mensubu olduğu Lübnan halkı ile değil; bağlı oldukları dini ve mezhepsel gruplarla tanımlamaktadır. Bu durum Lübnan seçimlerinde, siyasi partilerinde ve Lübnan Meclisi’nin oluşumunda açık bir şekilde görülmektedir.

Lübnan, Birinci Dünya Savaşı’yla bölgenin Fransa’ya geçmesinden sonra, Fransa tarafından oluşturulan bir devlettir. Fransa’nın Lübnan’ı “yaratmaktaki” başlıca amacı bu bölgede yaşayan Hristiyan nüfusa bağımsızlık verilmesi ve kendisini yönetmesinin sağlanmasıdır. Ancak, zaman içinde Lübnan’da Hristiyan nüfus azalarak çoğunluğu kaybetmiştir. Bugün Şii ve Sünnilerden oluşan Müslüman kesimlerin Lübnan’da çoğunlukta oldukları bilinmekte, bu durum ülkedeki siyasi sistemin de işlememesinde etkili olmaktadır. 

Lübnan’ın şu anki Cumhurbaşkanı, kendisi Maronit Hristiyan olan Mişel Avn, Mecliste Şii Hizbullah’ın desteğiyle uzun bir süre sonra ancak göreve seçilebilmiştir. Yabancı ülkeler Lübnan siyasi hayatındaki etkilerini de dini ve mezhepsel bölünmeler üzerinden arttırabilmektedir. Geleneksel olarak Fransa ve ABD’nin Lübnan Hristiyan, Suudi Arabistan’ın Sünni Müslüman ve İran’ın Şii Müslüman kesim üzerinden Lübnan siyasi hayatına karıştıkları ve müdahalelerde bulunduklarını gösteren çarpıcı örnekler bulunmaktadır.

Genç bir diplomatken 1982-1983 yıllarında Beyrut’ta Büyükelçiliğimizde iki sene görev gördüm ve bu dönemde bir süre Türkiye’nin Lübnan nezdindeki geçici maslahatgüzarıydım. Bu yıllar Lübnan tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Lübnan’da görev gördüğüm dönemde Lübnan iç savaşı bütün yoğunluğuyla devam ederken, İsrail aynı yıl Ürdün’den çıkarıldıktan sonra Lübnan’a yerleşen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile savaşmak amacıyla, Lübnan'ın önemli bir bölümünü işgal etti. İsrail güçleri Lübnan’da yerleşen Filistin milisleri ile savaşarak Beyrut’a kadar geldi ve Hristiyan milislerin kontrol ettiği Doğu Beyrut dahil şehrin önemli bölgelerini işgal etti. 

Bu yıllarda Lübnan kendi içinde bir iç savaş yaşarken, Suriye ve İsrail’in sürekli doğrudan askeri müdahalelerine maruz kalmakta, FKÖ’nün üst düzey yönetiminin Ürdün’den sonra Lübnan’a yerleşmiş olması ülkedeki durumu daha da karmaşık bir hale getirmekteydi. Lübnan’da, Lübnanlı milislerin ve Suriye’nin karışmasıyla yaşanan İsrail-FKÖ savaşı, FKÖ üst düzey yönetiminin ülkeden ayrılması ve Tunus’a gitmeyi kabul etmesi ile son buldu. İsrail bir süre sonra işgal ettiği Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldı.

Lübnan’da bulunduğum sırada 1983 yılında Beyrut’a konuşlandırılan Fransız ve Amerikan askerlerine yönelik bombalı saldırılarda 241 Amerikalı deniz piyadesi ile 58 Fransız askerinin hayatlarını kaybettikleri günü gayet iyi hatırlıyorum. FKÖ’nün çekilmesiyle birlikte Beyrut’a yerleştirilen Amerikan ve Fransız askerlerinin yerleştirildiği binalar 1983 yılında terörist saldırıların hedefi oldu ve o dönemde Vaşington bu saldırılardan Şam yönetimini sorumlu tuttu.

Beyrut’ta geçen hafta limanda meydana gelen ilk patlamayı gösteren videoları izlediğimde Beyrut Havalimanının hemen yakınlarında ABD deniz piyadelerinin konuşlandırıldığı binanın 23 Ekim 1983 günü bomba yerleştirilen bir araçla havaya uçurulmasıyla ilgili hatıralarım aklıma geldi. 23 Ekim sabahı erken saatlerde Beyrut Havalimanına bakan Baabda semtindeki Büyükelçilik binamızdaki odamda çok şiddetli bir patlama ile uyanmış ve balkondan patlamayı, binanın tamamen hava uçurulmasından sonra ortaya çıkan mantar şeklindeki toz bulutlarının çok uzun süre dağılmadığını izlemiştim.  

Bu olaydan bir yıl kadar önce 1982 Eylül ayında Batı Beyrut’taki Sabra ve Şatila Filistin mülteci kamplarında gerçekleşen katliamlar Lübnan iç savaşında sivil halkın ne kadar şiddete açık olduğu gösterirken, iç savaşın Lübnan nüfusunu ne kadar böldüğünü ve nefreti yaydığını da açık bir şekilde ortaya koymuştu. Lübnan’da ülkeyi felakete sürükleyen iç savaş, bölgede şartların değişmesi ve diğer Arap ülkelerinin siyasi müdahaleleriyle 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması ile son bulsa da Lübnan uzun bir süre sükunete ve istikrara kavuşamadı.

Lübnan iç savaşı ve başta iki kara komşusu (Suriye ve İsrail’in) doğrudan müdahaleleri Lübnan’a büyük bir yıkım ve Lübnan halkına büyük acılar getirse de Lübnan halkı 1990’lardan sonra ülkeyi yeniden inşa etmeye başlamıştır. Lübnan’ın yeniden inşasının 2000’lı yılların başında hız kazanmasıyla ülke yeni bir görüntü kazanmaya başlamış ve yeniden Arap dünyasının Batı’ya ve modern dünyaya açılan bir penceresi görüntüsünü kazanma sürecine girmiştir.

Ancak bu görüntü üzün sürmemiş, Lübnan nüfusunun bölünmüşlüğünden doğan sorunlar, ülkedeki yaygın ekonomik yolsuzluklar ve dış ülkelerin (başta Fransa, İran, Suriye, İsrail ve Suudi Arabistan olmak üzere) Lübnan nüfusunun bölünmüşlüğünü kullanarak sürdürdüğü doğrudan ve dolaylı müdahaleler ülkeyi tekrar olumsuz bir şekilde etkilemeye başlamıştır. Bu durum Lübnan’ı birçok defa çatışma, siyasi ve ekonomik çöküntünün eşiğine getirmiş, Lübnan Orta Doğu’da nüfuz ve güç çatışmasının bir kez daha merkezine yerleşmiştir.

1970’lerden sonra ülke üzerine karanlık bir bulut gibi çöken ülkedeki Suriye-İsrail çatışması bugün yerini İran-İsrail çatışmasına bırakmış gibidir. FKÖ’nün çekilmesinden sonra ülke nüfusu içindeki Maronit Hristiyan ve Şii Müslüman çatışmasının dış boyutlarıyla adım adım genişlediği görülmektedir. Hizbullah 1980’lı yılların ortalarından itibaren Lübnan Şii kesimi içindeki etkinliğini arttırmış, Hizbullah-İran bağları sadece İsrail’i değil, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerini de rahatsız etmeye başlamıştır.

İran’daki 1979 rejim değişikliğinden sonra Tahran’ın Lübnan üzerindeki etkisi artmış, Lübnan ilk önce İran ile Irak ve daha sonra İran ile Suudi Arabistan arasında yaşanan bölgedeki güç ve nüfuz mücadelesinin sahnelendiği bir ülke durumuna getirilmiştir. Beyrut’ta 1981 yılında 61 kişinin hayatını kaybettiği Irak Büyükelçiliğine (Saddam rejimine) yönelik saldırı, 1982 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Emin Cemayel’in Falanjist Ketaip Partisi merkez binasının havaya uçurularak 26 kişiyle birlikte öldürülmesi, 2005 yılında yapılan Lübnan Başbakanı Refik Hariri dahil 22 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırı gibi terör eylemleri Lübnan’ı bölgesel ülkelerin mücadele alanına döndüren gelişmelerde ilk akla gelenlerdir.

Bugün Lübnan’da, Fransa ve İsrail’in Hristiyan, İran’ın Şii Müslüman ve Suudi Arabistan’ın Sünni Müslüman kesimlerle ilişkileri artık dünyaca bilinmekte ve yakından izlenmektedir. Eski Lübnan Başbakanı (Refik Hariri’nin oğlu) Said Hariri’nin 2017 yılında Suudi Arabistan’da ev hapsinde tutulması, istifa etmesi, serbest bırakılmasından sonra Fransa’ya giderek istifasını geri alması dünya kamuoyunu uzun süre meşgul etmiştir. Lübnan tarihi Fransa, Suriye, İsrail, İran ve Suudi Arabistan’ın Lübnan’a müdahaleleri ve Lübnan’ı istedikleri yönde yönetme amacıyla yaptıkları girişimlerle doludur.

Suriye’de patlak veren iç savaş, Şam rejiminin Lübnan’a müdahale etmesi imkanını ortadan kaldırmış, bu kez tam tersine İran’dan aldığı talimatla Suriye’de giren, Lübnan Hizbullah milisleri Esad rejiminin başta Şam ve Hama gibi şehirler olmak üzere Suriye’de kontrolü tamamen kaybetmemesinde önemli bir rol oynamıştır. Tahran’ın talimatıyla Lübnanlı Hizbullah milislerinin Suriye savaşında oynadığı rol bu savaşa doğrudan yapılan ilk dış müdahaleyi oluşturmuş, bu da Şam rejimini kurtarmaya yetmeyince, ABD ve Batının göz yumması (belki onayıyla) İran ve Rusya, Şam rejimi yanında doğrudan müdahil olmuşlardır.

Hizbullah ve İran’ın Suriye’ye yerleşmelerinin, İsrail’in Suriye’de gerçekleştirdiği askeri müdahalelere gerekçe olarak kullanıldığı görülmekte, Suriye’de Hizbullah ve İranlı milislerin çatışmalarının artık sıklıkla yaşandığı izlenmektedir. Trump yönetimi altında ABD’nin İsrail’in (Suriye’ye ait) Golan Tepelerini ilhakını tanıması bu bölgede de tansiyonu yükseltmiştir. Şeba Çiftlikleri bölgesinde son dönemlerde yaşananlar bu duruma işaret etmektedir. İsrail, Şeba Çiftlikleri bölgesini 1967 Savaşı sırasında Suriye’den aldığını iddia etmekte, Lübnan ise bu bölgenin kendisine ait olduğunu bildirmektedir.

Lübnan’da son zamanlarda izlenen diğer gelişmeler de ülke üzerindeki İran-Suudi Arabistan çatışmasını ve mücadelesini arttığını göstermektedir. İran son yıllarda Lübnan Şii kesimi üzerindeki etkisini arttırmış, İran ile Hizbullah arasındaki siyasi ve askeri bağlar güçlenmiştir. Hizbullah, Suriye savaşı kadar, İsrail’in 2006 yılında Lübnan’ı işgali (İsrail-Hizbullah savaşı) sırasında da Tahran rejimi için önemini ortaya koymuştur. Lübnan içinde siyasi bir parti gibi hareket eden, Lübnan Hükümeti ve Meclisinde temsil edilen Hizbullah’ın güçlü bir askeri kanadının ve silahlı milislerinin bulunması Lübnan siyasi gerçeklerini bugün için bile açıkça ortaya koyan bir durumdur.

Başta ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bazı ülkeler Hizbullah’ı terörist bir örgüt olarak kabul etmekte ve Lübnan siyasi hayatında oynadığı role tamamen karşı çıkmaktadır. Ancak birçok Lübnanlı, Hizbullah dikkate alınmadan Lübnan’da siyasi yapının çalışmayacağını, Maronit Hristiyan olan Lübnan Cumhurbaşkanının bile ancak Şii Müslüman kesimde çok güçlü olan Hizbullah’ın desteğiyle seçilebildiğine işaret etmektedir.

Lübnan’da Fransa sömürge döneminden kalan ve Fransa tarafından Lübnan’a empoze edilen siyasi yapının işlemediği ve ülkeyi dış müdahalelere açık hale getirdiğine inanların sayısı çoğunluktadır. Ancak, Lübnan’da mevcut şartlarda siyasi reform gerçekleştirme imkânı olup olmadığı belirsizdir. Lübnan ekonomisi, savaş durumunun devam ettiği İsrail ile olan ilişkiler ve iç savaş yaşayan Suriye’deki mevcut ekonomik çöküş nedeniyle ciddi bir krize girmiş görünmektedir. 

Lübnan halkının bir bölümü başkentteki çöp toplama krizini bile halletmede büyük sorunlar yaşayan, siyasi ve ekonomik sorunları çözmede ve reformları gerçekleştirmede büyük ölçüde yetersiz kalan mevcut siyasi yapıdan bıkmış, ümidini kesmiş görünmektedir. Lübnan halkının büyük bir bölümü ülkede yolsuzlukların ve rüşvetin çok yaygın olduğuna ve mevcut siyasetçilerin ülkenin siyasi ve ekonomik sorunlarına çare bulamayacağına inanmaktadır. Esasen mevcut siyasi yapı ve düzenden faydalananların bu siyasetçiler olduğuna da inanmaktadır.

Beyrut limanında 158 kişinin hayatını kaybettiği, 6 binin üzerinde kişinin yaralandığı ve liman ile geniş bir çevresinde çok büyük maddi ziyana yol açan patlama, Lübnan’ın çok zor bir anında ve Lübnan halkının önemli bir bölümünün zaten ümidini kaybetmekte olduğu, sokak gösterilerinin hızlandığı bir zamanda meydana gelmiştir. Patlamaya yol açan yangına neyin sebep olduğu, bir dış etkenin bulunup bulunmadığı henüz açık olmamakla beraber, nitrogliserin gibi patlayıcı bir maddenin çok büyük miktarda uzun bir süredir limanda saklanması büyük bir ihmalin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Küçük bir ülke olan Lübnan’da Beyrut limanının büyük ölçüde tahrip olmasının ve başkentin önemli bir bölümünde meydana gelen yıkımın bu ülkenin karşılaştığı ekonomik krizi büyüteceğinden korkulmaktadır. Batı ülkeleri zaten bir süredir ülkede ekonomik reformlar istemekte ve mali yardım için Uluslararası Para Fonu ile varılacak bir anlaşmayı (Lübnan ekonomisini kontrol etmeyi) şart olarak koşmaktadır. Fransa’da yapılacak Lübnan’a yardım Konferansında da bu ülkelerce benzer koşulların ileri sürüleceğini tahmin etmek zor değildir. 

Ülkede siyasi yapı ise şimdiden patlama ile ilgili soruşturmanın bile nasıl yürütüleceği, uluslararası bir komisyon kurulması taleplerine nasıl yaklaşılacağı dahil hemen her konuda görüş ayrılıklarına düşmüş ve bölünmüş görünmektedir. Gelişmelerin ülkenin dini ve mezhep bölünmelerinden doğan fay hatlarını harekete geçirmesi ve ülkenin yine bir şiddet sarmalına girmesi endişesi mevcuttur. Bu konuda olumlu yönde olan tek husus Lübnan’daki tüm kesimlerin iç savaşın yarattığı yıkımı ve olumsuz sonuçları gayet iyi hatırlamasıdır. 

Lübnan mevcut siyasi sisteminin diğer konularda olduğu gibi limandaki patlama sonrası da çözümler üretebileceğine dair inanç halk arasında çok düşüktür. Halkın kapıldığı ümitsizlik şiddete dönüşen sokak gösterilerine de yansımaktadır. Mevcut siyasi sistem ve koşullar içerisinde yapılacak bir seçimin Lübnan’a istikrar ve çözüm getirebileceğine ve güçlü bir hükümetin çıkabileceği bir meclis kurulabileceğine inananların sayısı ise çok azdır.