Skip to main content
Koronavirüs Salgını ve Küresel Dengeler

Opinion | Oğuz Çelikkol — Koronavirüs Salgını ve Küresel Dengeler

Koronavirüs (Covid-19) salgınından şu veya bu şekilde etkilenmeyen bir ülke bulunmuyor. Salgın, bugün küresel bir sorun haline geldi. Ancak bakıldığında, dünyanın bu salgına karşı iyi bir küresel mücadele verdiğini söylemek zor gözüküyor çünkü ülkeler büyük ölçüde mücadeleyi kendi başlarına ve kendi uygun buldukları yöntem ve şekilde veriyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından pandemi olarak ilan edilen; dünya genelinde tüm insanların sağlığını, ülkelerin sosyal ve ekonomik yapılarını tehdit eden bu salgına karşı Avrupa Birliği gibi bir topluluğun bile zamanında ve birlikte hareket edemediği açık.

 

Salgının bitmesinden sonra uluslararası sistemin nasıl şekilleneceği, uluslararası ilişkilerde önemli değişikliklerin olup olmayacağı, hangi ülkelerin salgından daha az sayılabilecek bir zararla çıkabileceği, salgın sonrasında uluslararası kuruluşların hangilerinin zayıflayıp hangilerinin güçlenebileceği akıllara ilk gelen sorular. Yani salgın sonrasında dünyada bir şeylerin değişip değişmeyeceği, ülkelerin salgından bir sonuç çıkartıp uluslararası iş birliğini arttırıp arttıramayacakları, dünya düzeninde bir değişiklik olup olmayacağı merak edilen hususlar olarak ortaya çıkıyor.

 

Bu soruların yanıtları henüz tam olarak açık değil. Ortaya çıkan durum ise halen sonuçlarını tam olarak öngöremesek de koranavirüs salgınının (aynen Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında olduğu gibi) uluslararası ilişkileri ve uluslararası sistemi yeniden tanımlayabileceğini ve salgın sonrasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayabileceğini göstermektedir.

 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in 22 Mart 2020 tarihinde yaptığı “küresel ateşkes” çağrısına rağmen birçok bölgede yerel savaş ve  çatışmaların devam etmesi ilerisi için fazla ümitli olma imkanı tanımamaktadır. Libya ve Yemen gibi yerel savaşlarda silahlı çatışmaların devam etmesi, General Hafter gibi savaş çığırtkanlarının dış güçlerce desteklenmeye devam edilmesi ve savaşa teşvik edilmesi salgın sonrasında da dünyadaki güç mücadelesinin süreceğinin rahatsız edici işaretleri olarak izlenmektedir.

 

Salgın sonrası dünyada hangi ülkelerin daha güçlü olabileceğinin salgın sırasında gösterilen dayanıklılığa bağlı olduğuna inananların sayısı da oldukça fazla. Sağlık sistemi çöken, salgını yönetmede zayıf kalan ülkelerin salgından daha yıpranmış çıkacaklarına inanılmaktadır. Birçok ülkenin salgının ortaya çıkarttığı krizi iyi yönetemediği, salgını başlangıçta önemsemeyen ve tedbir almakta geciken ülkelerin ödeyeceği bedelin giderek ağırlaşacağı ve sağlık sistemlerinin çöküşüyle birlikte korona krizinin bu ülkelerin sosyal ve ekonomik yapıları üzerindeki yıkımının çok daha büyük olacağı düşünülmektedir.

 

Salgın sonrasında ABD ile Çin arasındaki rekabet ve çatışmanın ise daha da derinleşeceğini gösteren işaretler artmaktadır. Başkan Trump dahil ABD’de koranavirüs krizi nedeniyle Çin’i suçlama eğilimde olanların sayısı oldukça fazla ve konunun 3 Kasım’daki ABD seçimleri nedeniyle önümüzdeki günlerde daha da büyüyeceğine kesin gözüyle bakılmaktadır.

 

Başkan Trump, 3 Kasım’da ikinci kez seçilmenin yanında Kongre’nin Senato kanadında partisinin çoğunluğu kaybetmemesini, Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluğun tekrar Cumhuriyetçi Parti’ye geçmesini ve eyaletlerdeki vali seçimlerinde partisinin başarılı olmasını arzu etmektedir. Demokrat Parti’nin Başkan adayını belirlemesiyle önümüzdeki haftalarda 3 Kasım seçimleri için mücadele artacak ve koronavirüs salgınının ABD’de yarattığı kriz muhakkak seçimlerin sonucunu belirleyecek konuların başında gelecektir.

 

ABD Başkanı Trump’ın koronavirüs salgını nedeniyle Çin’e yönelttiği suçlamaların tonu yükseldikçe, ABD ve dünyadaki Trump karşıtları Vaşington Yönetimi’ni kendi yaptığı hataları, suçu Çin’e atarak örtmeye çalışmakla itham etmektedir. Başkan Trump başlangıçta krizi küçümsemek, gerekli tedbirleri zamanında almamak ve daha sonra da krizi iyi yönetememekle suçlanmaktadır.

 

Başkan Trump başlangıçtan itibaren koronavirüs salgını sebebiyle Çin’e yüklenmeyi sürdürmektedir. Pekin’e yöneltilen suçlamaların Vaşington’dan sonra diğer Avrupa başkentlerine de yayılmakta olduğu, ABD Başkanı Trump’tan sonra Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un da Çin’e yönelik suçlamaları sert bir şekilde dile getirdiği görülmektedir. Bu durumun salgın sonrası Batı-Doğu ilişkilerini kökünden etkilemesi potansiyeli bulunmaktadır. Hatta bazılarına göre ABD ile Çin, belki Batı ile Çin arasında yeni bir “Soğuk Savaş” başlamıştır ve hızla dünyaya yayılmaktadır.

 

Çin Yönetimi’nin Vuhan’da patlak veren salgını başlangıçta gizlemeye çalıştığı, virüsün insandan insana yayılımının çok kolay olduğu gerçeğini dünyadan sakladığı ve uzun bir süre virüsün Vuhan’dan dünyaya yayılmasına göz yumduğuna dair iddialar Pekin’e yönelik suçlamaların başında gelmektedir. Ancak, Vaşington’dan Çin’e yönelik olan ve Batı’da yüksek sesle dile getirilen diğer bir suçlama olan Pekin’in virüsü Vuhan’da bir laboratuvarda ürettiği ithamı oldukça ağırdır.

 

Bu suçlamalar Pekin tarafından kesin bir dille reddedilmekte ve Batı’da bazı kesimler bu boyuttaki küresel bir kriz karşısında ortak hareket edilmesi gerektiğine işaret ederek suçlamaların zamanlamasına itiraz etmektedir. Ancak, Vaşington ile Pekin arasında başladığına inanılan Soğuk Savaşın küresel salgın sonrasında da şiddetlenerek devam edeceğinin işaretleri artmıştır. Bu da beklenilenin aksine, koronavirüs salgını sonrası çok daha türbülanslı ve çatışmalı bir uluslararası sistem ile karşı karşıya kalınacağını göstermektedir.

 

Yıkıcı küresel bir salgının yaşandığı bir sırada Trump yönetiminin Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) yaptığı mali yardımı askıya alma kararı bu çerçevede değerlendirilmelidir. Başkan Trump, DSÖ’nün Çin’den bağımsız hareket etme kabiliyetini kaybettiğini; bilgi toplama, iletme ve uyarı yapma konusunda Çin’e dayanması sebebiyle büyük yanlışlar yaptığına inanmaktadır. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves le Dorian da bu suçlamalara katılmıştır. DSÖ, “Çin’in tezlerini savunmakla” ve “Vuhan’dan salgının nasıl yayıldığına ilişkin güvenilir bir soruşturma yapmamakla” suçlanmaktadır.

 

Batı ülkelerindeki Trump karşıtları DSÖ’ye yöneltilen koronavirüs krizini zayıf yönettiği suçlamasına büyük ölçüde katılmakla birlikte, Trump’ın kararının zamanlamasına itiraz etmekte ve Trump’ın kendi başarısızlığını örtmek için DSÖ’yü kasten hedef aldığına işaret etmektedir. Başkan Trump’ın hedefinde DSÖ Direktörü olan Etiyopyalı politikacı Tedros Adhanom’un olduğu açıktır. Etiyopya’da yaklaşık 7 sene Sağlık Bakanı ve 4 sene Dışişleri Bakanı görevinde bulunan Adhanom 2017 yılının Temmuz ayında DSÖ’nün başına getirilmiştir.

 

Trump yönetimi, görüldüğü kadarıyla DSÖ Direktörü Adhanom’un bu yılın Ocak ayı sonunda Çin’e yaptığı ziyaretten sonra koronavirüs salgınının nasıl yayıldığı konusunda Pekin’in giriştiği “örtbas etme” suçunun ortağı olduğuna inanmaktadır. Adhanom’un Etiyopyalı olması konunun diğer ilginç bir yanıdır. Çin’in Afrika ile ilişkilerini son dönemde arttırdığı, Çin-Afrika ilişkilerinin hızla gelişmesinin ABD kadar başta Fransa olmak üzere Avrupalı bazı ülkeleri “rahatsız” etmekte olduğu zaten işaret edilen bir durumdur. Konuya bu açıdan bakıldığında bir önceki İtalyan Başbakan Yardımcısı’nın sözleriyle, Afrika’ya eski kolonyalist gözlerle bakan Fransa’nın Trump Yönetimi’nin Çin karşıtı söylemlerine en yüksek ağızdan destek çıkması çok da şaşırtıcı gelmemektedir. 

 

Çin ve Avrupa’dan sonra salgının yeni merkez üssünün Afrika olabileceği endişelerinin yanında, salgının en fazla üçüncü dünya ülkelerini ve sağlık alt yapıları nedeniyle en savunmasız sayılabilecek ülkelerinin bulunduğu Afrika gibi kıtaları olumsuz şekilde etkileyeceği görüşleri sıklıkla dile getirilmektedir. Bu durumun salgın sonrası Vaşington-Pekin “kavgasının” nasıl büyüyeceği ve nerelerde şiddetleneceğinin iyi bir örneği olduğunu söylemek mümkündür.

 

Esasen DSÖ’nün bütçesi, ülkelerin askeri harcama bütçeleri bir yana, Uluslararası Futbol Birlikleri Federasyonu (FIFA) bütçesi ile karşılaştırıldığında bile oldukça mütevazı kalmaktadır. Herhalde salgın sırasında sağlık sistemi çöken ülkelerin sağlık harcamaları için yaptığı harcamaları İtalya ve İspanya gibi ülkelerin spor kulüplerinin bütçeleriyle karşılaştırmak için yapılacak bir çalışma çok ilginç tablolar ortaya çıkartacaktır. DSÖ’nün 2019 yılı için (yıllık) bütçesi sadece 2.2 milyar dolar civarındadır.

 

ABD, zorunlu katkı olarak DSÖ’ye yılda 115 milyon dolar kadar para aktarmakta; gönüllü katkılarla bu rakam daha da büyümektedir. Genel olarak DSÖ’nün bütçesinin %15’inin ABD tarafından karşılandığını söylenebilir. Bu, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça büyük bir rakam gibi görünmekle beraber, ABD’nin terör örgütü PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG‘ye yılda 200 milyon dolar para aktardığı düşünüldüğünde daha iyi anlaşılabilir.

 

Koronavirüs salgını sonrası dönemde nasıl bir dünyada yaşayacağımız, uluslararası sistemin nasıl şekilleneceği, uluslararası ilişkileri hangi faktörlerin etkileyeceği elbette önemlidir. BM Genel Sekreteri’nin yerel ateşkes çağrılarının göz ardı edilmesi ve DSÖ örneği salgın sonrası uluslararası iş birliğinin artabileceği yönündeki ümitleri oldukça bastırmış görülmektedir. Korona salgını sonrasında dünyada ABD-Çin kutuplaşması ve çatışmasının büyüyebileceği yönünde işaretler ise artmakta; salgın sonrası uluslararası bir yakınlaşma ve iş birliği ortamını sağlayacak siyasi iradenin öne çıkan ülkelerde de bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.

 

Dünyada şiddetini arttıracak yeni (ikinci) bir Batı-Doğu Soğuk Savaşının Türkiye için ne ifade ettiği doğal olarak akıllara gelen önemli bir husus olacaktır. İlk Soğuk Savaşın gerçek galibinin hangi ülke olduğu tartışması bugün bile devam etmekte olup; Almanya’nın Soğuk Savaştan galip çıkan esas ülke olduğuna inananların sayısı oldukça fazladır.

 

Ortaya çıkan diğer bir gerçek de Berlin ve Paris’in aklındaki, Hristiyan kulübü olarak gördükleri, Avrupa içinde Türkiye’ye yer olmadığıdır. Soğuk Savaşın bitiminde Türkiye bir kenara itilmek istenmiş; Berlin-Paris ikilisi de yönettikleri Avrupa Birliği’nin kapılarını (eski Varşova Paktı üyesi ülkeler ve bölünmüş Kıbrıs dahil) tüm ülkelere, kendi kurallarını bile çiğneyerek açarken; Türkiye’yi Avrupa dışında, zayıf ve hatta bölünmüş tutabilmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır.

 

Etnik lobilerin kıskacındaki Vaşington ile Berlin-Paris ikilisinin Türkiye’yi bırakın müttefik olarak görmeyi, artan ölçülerde rakip hatta hasım olarak gördükleri yönündeki işaretler ortadadır. Bu çerçevede Türkiye’nin şiddetlenecek yeni bir Batı-Doğu mücadelesinde, ilk Soğuk Savaş döneminde yapılan hataları tekrarlamaması ve en azından savaşın ön saflarında yer almaması önem taşımaktadır.