Skip to main content
ege denizi

Opinion | Oğuz Çelikkol — Ege Denizi'nde Hava Sorunları

Atina’da Büyükelçilik yaptığım dönemden Yunanistan’ın Ege Denizi’nde hava sahası “ihlali” yönündeki iddialarını gayet iyi hatırlıyorum. Esasında Atina’nın hava sahası ihlali saydığı bu olaylar Türkiye’ye ve uluslararası hukuka göre kesinlikle bir ihlal anlamına gelmiyor. Ankara’ya göre, Ege Denizi hava sahasında yaşanan sorunların hepsinin temelinde, diğer Ege Denizi sorunlarında olduğu gibi, Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak Ege Denizi’ni bir Yunan gölü olarak sayması ve Türkiye’yi Ege Denizi’nde denizde ve havada kendi karasularına sıkıştırma isteği ve çabası yatıyor.

Türkiye ile Yunanistan Ege Denizi’nde birbiriyle sıkı sıkıya bağlı bir dizi sorun yaşıyor ve Ege Denizi hava sahasında yaşanan problemler de bu sorunlar “yumağının” bir parçası. Ankara ile Atina arasında, Ege Denizi’nde karasuların uzunluğunun ne olacağı, Ege kıta sahanlığının nasıl bölünmesi gerektiği, adaların statüsü, Yunanistan’ın uluslararası anlaşmalardaki taahhütlerine aykırı olarak Türkiye kıyısındaki adaları silahlandırması ve uluslararası anlaşmalarda ismi geçmeyen küçük ada, adacık ve kayalıkların aidiyeti, hangi ülkenin toprağı olduğu konularında ciddi görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Ege üzerindeki hava sahasının bölüşümüyle ilgili olarak da iki ülke farklı tutumlar benimsemiş olup, Yunanistan’ın hava sahası ihlali yönündeki iddiaları gerçekte uluslararası hukuktan çok, kendi iddia ve tutumlarından kaynaklanmaktadır.

İki ülkenin de Ege Denizi’ndeki iddia ve tutumlarını uluslararası hukuka dayandırdığı ve bu tutum ve tezlerin uluslararası hukuk tarafından da desteklendiğini vurguladıkları görülmektedir. Soruna sadece hava sahası konusundan bakıldığında durum çok daha açıktır. Yunanistan, genel olarak Ege Denizi’ndeki tezlerini kendi iç hukukundan kaynaklanan ve uluslararası hukuka aykırı olduğu çok açık olan 1931 tarihli bir genelgeye ve Ege Denizi üzerindeki FIR (Uçuş Bilgi Bölgesi) sorumluluklarını, yine uluslararası hukuka aykırı olarak, egemenlik alanı olarak kabul etmesine dayandırmaktadır. Atina’nın Türkiye’ye yönelttiği hava sahası ihlali suçlamaları da uluslararası hukuka aykırı olarak kurulan bu temel üzerine oturtulmaktadır.  

Yunanistan 1931 yılında yayınladığı bir iç genelgeyle Ege Denizi’ndeki hava sahasını 3 milden 10 mile çıkartmıştır. Halbuki uluslararası hukuk açık bir şekilde bir ülkenin denizler üzerindeki hava sahasının o ülkenin karasuları ile sınırlı olacağını belirmektedir. 1947 yılında yürürlüğe giren Şikago Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu bu teamülü yazılı bir kural haline getirmiştir. 1936 yılından bu yana Ege Denizi’nde Yunanistan’ın karasularının uzunluğu 6 mil olduğuna göre bu ülkenin Ege Denizi’ndeki hava sahasının uzunluğu da 6 mil olmak zorundadır.

Ancak Atina Ege Denizi’nde 10 mil hava sahası üzerinde ısrar etmekte, Ankara da Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak ilan ettiği 4 millik ek hava sahasını tanımamaktadır. İşte Atina’nın Ege Denizi’nde dünyayı Türkiye’ye karşı “ayağa kaldırmak” amacıyla açıkladığı hava sahası ihlali iddialarının çok büyük bir kısmı bu 4 millik “tartışmalı” alanda cereyan etmekte ve Türkiye için (uluslararası hukuka göre de) hava sahası ihlali sayılmamaktadır.

Yunanistan uluslararası hukuka aykırı olarak 6 mil yerine 10 millik hava sahası alanı ilanını, bu yöndeki kararın Şikago Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu’nun 1947 yılında yürürlüğe girmesinden önce alınmasıyla savunmaktadır. Ankara’dan bakıldığında ise Atina, Lozan Barış Antlaşması ile Ege Denizi’nde Türkiye ile Yunanistan arasında kurulan dengeyi çok uzun süreden beri bozmaya çalışmakta, bu durumun temelinde ise Atina’nın haksız bir şekilde Ege’yi bir Yunan gölü olarak görmek istemesi ve çevresindeki denizlerde yayılmacı bir politika izlemesi yatmaktadır.

Gerçekten de bakıldığında, bugün bile Ege Denizi’nde şartlar büyük ölçüde Yunanistan’ın lehine döndürülmüştür. Lozan Antlaşması imzalandığında Ege Denizi’nde 3 mil olan karasularının uzunluğu Atina tarafından 1936 yılında tek taraflı bir kararla 6 mile çıkartılmıştır. Bu durum Ege’nin büyük bir bölümünü açık deniz olmaktan çıkartmış ve Yunan egemenliği altına sokmuştur. Atina’nın görmek istemediği bir gerçek Ege Denizi’ndeki şartların artık Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki koşullardan çok farklı olmasıdır.

İki Dünya Savaşı arasında Ege Denizi’nde mevcut olan Faşist İtalya tehlikesi Ankara ile Atina’yı iş birliğine itmiş ve 1936 Boğazlar Montrö Sözleşmesi dahil birçok düzenlemenin yapılmasını sağlamıştır. Ancak, 2 Dünya Savaşı’ndan sonra 12 Ada’nın İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesi Ege Denizi’ndeki dengelerin daha da Yunanistan lehine dönmesiyle sonuçlanmıştır. Bugün Yunanistan’ın, Ege Denizi’nden sonra, Türkiye sahiline sadece 2 deniz mili uzaklıkta Kaş açıklarındaki küçücük bir Meis Adasını bahane ederek, Doğu Akdeniz’in çok büyük bir bölümüne sahip çıkmak ve Türkiye’yi, bu kez de, Akdeniz’de hemen hemen tamamını kendi karasuları içerisine hapsetmek istediği izlenmektedir.

Lozan Antlaşması Ege Denizi’nin çok büyük bir kısmını Türkiye ile Yunanistan’ın ortak kullanabilecekleri açık deniz ve uluslararası hava sahası olarak öngörmüştür. Ankara’dan bakıldığında Yunanistan, karasularını ve hava sahasını genişleterek Türkiye’nin yarı kapalı ve çok özel şartları bulunan Ege Denizi’ndeki haklarını çok uzun bir süreden beri hiçe sayan bir tutum içerisine girmiştir. 1936 yılında Yunanistan’ın Ege’de karasularının uzunluğunu 3 milden 6 mile çıkartmasına rağmen, Türkiye Ege Denizi’nde karasularının uzunluğunu 6 mile çıkartma kararını ancak 1964 yılında almıştır.       

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi’nde tek hava sorunu, Atina’nın uluslararası hukuka aykırı olarak uygulamak istediği 10 millik hava sahası iddiası değildir. Yunanistan 1952 yılında Ege Denizi üzerinde kurulan FIR bölgesi sorumluluklarını da, uluslararası hukuka aykırı olarak sanki bir egemenlik alan hakkıymış gibi algılamakta ve Türkiye’den Ege Denizi üzerindeki uluslararası hava sahasına girecek askeri uçaklarını da Yunan makamlarına önceden bildirmesini istemektedir.

Dünya üzerindeki FIR bölgeleri 1947 Şikago Konvansiyonu çerçevesinde uluslararası sivil havacılığın güvenliği için oluşturulmuştur. Bugün ortaya çıkan tablo (Atina’nın Ege Denizi’ndeki genişleme politikaları çerçevesinde) 1952 yılında Türkiye’nin Ege Denizi’nde kurulan FIR bölgesi sorumluluklarını Yunanistan’a bırakmakla yine hata yaptığını ortaya koymaktadır. Atina’nın bugün tamamen sivil uçaklarla ilgili olan ve askeri uçakları dışarda bırakan FIR bölgesi sorumluluklarını istismar etmesi; Türkiye’den Ege Denizi uluslararası hava sahası üzerinde uçacak Türk askeri uçakları için önceden bilgi talep etmesi uluslararası hukuka uymamaktadır.

Türkiye, Yunanistan’ın Ege Denizi uluslararası hava sahasına girecek askeri uçakları için önceden bilgi talebini kabul etmemekte; Atina ise Ege Denizi üzerindeki FIR bölgesine giren Türk askeri uçaklarının hava ihlalinde bulundukları iddiasında ısrar etmektedir. Ankara, sürekli olarak Atina’nın ne ekstradan talep ettiği 4 millik hava sahasında ne de FIR bölgesine girişlerde ortaya attığı hava sahası ihlallerinin uluslararası hukukta bir temeli bulunmadığını ve kendisinin hukuk çerçevesinde hareket ettiğini savunmaktadır.

Atina’nın FIR sorumluluklarını istismar etme ve FIR bölgesini egemenlik alanı gibi görme yönündeki tutumu karşısında, Ankara, 1974 yılında yayınladığı bir notayla, Ege Denizi’nin tam ortasından geçen bir çizginin doğusuna geçecek tüm uçakların Türkiye’yi önceden bilgilendirmesini istemiş; böylece uygulamada İstanbul ve Atina FIR bölgeleri arasındaki sınırı Ege Denizi’nin tam ortasından geçen bu çizgiye itmiştir. Ankara, tek taraflı olarak aldığı bu kararı 1952 yılındaki şartların değiştiği ve Ege Denizi’nden Türkiye’ye yönelik yeni bir tehdidin doğması gerekçesiyle aldığını açıklamıştır.

Ankara’nın bu kararına Atina, Türkiye ile Yunanistan arasındaki hava koridorlarını güvenlikleri olmadığı gerekçesiyle kapatarak yanıt vermiş; Yunanistan ve Ege Denizi üzerindeki hava koridorlarını kullanarak Türkiye’ye gelen tüm sivil uçaklar bu nedenle daha uzun başka hava koridorlarını kullanmak zorunda kalmışlardır. Ankara, 1980 yılında FIR’la ilgili kararını geri almış ve sivil uçaklarla ilgili olarak 1974 öncesi FIR uygulamasına dönülmesini kabul etmiştir. Bunun üzerine Atina da Ege Denizi üzerindeki hava koridorlarını kapatma kararını iptal etmiş, Yunanistan üzerinden Türkiye’ye gelen uçaklar bu koridorları tekrar kullanmaya başlamışlardır. 

Sivil uçaklar için 1974 öncesi uygulamaya geri dönülmesine rağmen Ankara ile Atina arasındaki FIR düzenlemelerinin askeri uçakları kapsayıp kapsamadığı noktasındaki anlaşmazlıklar devam etmektedir. Ankara ve Atina arasında Ege Denizi üzerindeki hava sahasında yaşanan diğer bir sorun da isimleri uluslararası bir anlaşmada bulunmayan ada, adacık ve kayalıkların ve bunların üzerindeki hava sahasının kime ait olduğu hususudur. Bu çerçevede özellikle Türkiye’den Ege Denizi uluslararası hava sahasına çıkışta askeri uçakların kullandığı hava koridorlarının altında bulunan (Didim karşısındaki) Bulamaç ve Eşek Adalarının ismi ön plana çıkmaktadır.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki Ege Denizi üzerindeki hava sahasıyla ilgili sorunların iki ülke arasındaki Ege Denizi’nden kaynaklanan sorunlarla iç içe ve bağlantılı olduğu açıktır. Atina uzun bir tereddütten ve 1974 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’nda yaşadığı “hayal kırıklıklarından” sonra Ankara ile Bern ve Davos Mutabakatlarını imzalamak ve Ege Denizi sorunlarını ikili planda görüşmek zorunda kalmıştır.

Ancak, iki ülke arasında çok uzun bir süreden beri devam eden istikşafi görüşmeler tıkanmış görünmekte; bu görüşmelerin sonuç verebilmesi için iki tarafın da geleneksel tutumlarından vazgeçmeleri ve yaratıcı olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce Atina’nın artık (bugüne kadar aksini işiten) Yunan halkına Ege Denizi’nin bir Yunan Gölü olmadığını, Yunanistan’ın Ege Denizi’ni, denizin diğer kıyısındaki Türkiye ile paylaşmak zorunda olduğunu söylemesi gerekmektedir. Ancak, Atina’nın bunu yapacağına, Ege Denizi’ndeki tezlerini şimdi de Doğu Akdeniz’e taşıması ve bu kez Türkiye’yi Akdeniz’de karasularına hapsetme planları içerisine girmesi iki ülke ilişkilerinde çok ciddi yeni bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.

Ege Denizi’ndeki sorunların temelinde, resmen açıklanmasa ve ortaya konulmasa da, Atina’nın Yunanistan’ı adalardan bir bütün oluşturan (arçipelagik) bir ülke olarak algılaması ve adalar arasındaki denizin kendisine ait olduğunu düşünmesinin yattığı görülmektedir. Dünya’da Endonezya ve Filipinler gibi gerçek “arçipelagik” ülkeler bulunmaktadır. Ancak, Yunanistan’ın “arçipelagik” bir ülke olmadığı açıktır. Ege Denizi, Türkiye ve Yunanistan ülke “kıtaları” arasında ve iki ülkeye ait olması gereken yarı kapalı ve özel şartları olan bir denizdir ve Ankara’ya göre, Ege Denizi’ndeki çok sayıdaki ada ve adacığın denizden kaynaklanan hakları sadece 6 millik karasuları ile sınırlıdır.   

Atina’nın Ege (ve Doğu Akdeniz) sorunlarını Türkiye ile görüşerek çözmek yerine Avrupa Birliği ve bazı bölge ülkelerini Türkiye’ye karşı cephe almaya zorlama yolunu seçtiği izlenmektedir. Diğer yandan Yunanistan’ın Ege Denizi’nde sadece kıta sahanlığının bölüşümü sorunu olduğu iddiası iki ülkenin Uluslararası Adalet Divanı dahil diğer çözüm yollarını denemesini de önlemektedir. Atina’nın tutumunu değiştirmesi halinde, Türkiye ve Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki bütün sorunları birbirlerine olan etkilerini de göz önüne alacak bir bütün halinde birlikte hazırlayacakları ortak bir başvuruyla Uluslararası Adalet Divanı dahil üçüncü hukuk yollarına başvurmaları mümkün olabilecektir.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar, mevcut durumda petrol ve doğal gaz bulunduğu anlaşılan Doğu Akdeniz’e kaymış görünse de, iki ülke arasındaki Ege Denizi sorunları ciddiyetini korumakta, geçen haftaki olayın açıkça gösterdiği gibi, iki ülke arasında Ege’de her an yeni bir krizin patlak vermesi riski devam etmektedir. Ege hava sahasında geçmişte 1992, 1996 ve 2006 yıllarında can ve uçak kaybıyla yaşanan olaylar hafızalardaki yerini korumaktadır.

Her şeyden önce Atina’nın, Akdeniz’e en uzun kıyısı olan ülkeler arasında yer alan ve bu sahillerinde Yunanistan’ın nüfusunun çok üstünde bir nüfusa sahip Türkiye’yi Ege Denizi ve Akdeniz’de kendi karasuları içerisine hapsetme isteğinin ve politikasının sürdürülebilir ve haklı olmadığını görmesi gerekmektedir. Yunanistan’ın Ege Denizi’nin bir Yunan Gölü olduğu inancı siyasi tarih tarafından da desteklenmemektedir. Yunan şehir devletleri-Truva, Yunan-Pers, Osmanlı-Venedik, Osmanlı-Yunanistan ve Türkiye-Yunanistan çekişme ve çatışmaları Ege Denizi’nin iki yakası arasında daima bir dengenin var olması gerektiğini, bölge istikrarının bu dengenin kurulmasına bağlı olduğunu bize göstermektedir.

Notlar

Dünden Bugüne Türk-Yunan İlişkilerine Bir Bakış adlı kitabımda bu konuya ilişkin geniş bir izahat yer almaktadır. Bkz; Çelikkol, O. (2019). Dünden Bugüne Türk-Yunan İlişkilerine Bir Bakış. Bilgesam.

Yazar Hakkında

Dr. Oğuz Çelikkol Büyükelçi (Em.) ve İstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Görevlisi olup, “İçimizdeki Komşu Suriye”, “Dünden Bugüne Türk-Yunan İlişkilerine Bir Bakış”, “One Minute’tan Mavi Marmara’ya Türkiye-İsrail Çatışması” kitaplarının yazarıdır.